Perdeyi, bundan yaklaşık beş bin yıl kadar önce Mısırlılar icat etmişti. Başlangıçta ve çağlar boyunca, temelde içeriyi dışarıdan ayırmak gibi bilindik ve sade bir işleve sahipken Orta Çağla birlikte perde, varlığın ve sosyal statünün bir göstergesine dönüşmüştü.
Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu
Ancak sonra Sanayi Devrimi gerçekleşti. Ve pamuklu dokuma teknolojisindeki atılım sayesinde, perdenin seri üretimine başlandı. Bu ise, her bütçeye uygun bir perde demekti. Ve eskiden lüks olan perde, artık alt sınıflara kadar inmişti. Gerçi, dekoratif ve kaliteli olanları halen çok pahalıydı ve alt sınıflara kadar inip de gösterişçi itibarını bir parça yitirmesine karşın, perde, zenginliğin sembollerinden biri olmaya devam etti.
Çekin perdeleri!
İçerinin dışarıdan görünmesini engelleyerek mahrem bir alan yaratan ve yeri geldiğinde, kendisi de bir gösteriş nesnesi olabilen perde, gerçi son zamanlarda bu iki işlevini de devre dışı bırakan yeni moda bir “kullanım alanına” sahip. Bu yeni kullanımında perdeler, gerektiğinde çekilmek için değil, fakat “aradan çekilmek” üzere kullanılıyor. Yani gece gündüz, daima açıklar. Özellikle Amerika ve İngiltere’nin lüks semtlerinde görülen bu yeni eğilim, medyada perdesiz pencereler/evler (Uncovered windows) üst başlığıyla biliniyor.
Perdesiz pencerelerin izini süren ve New York’un lüks semtlerindeki perdesiz evlerin videolarını yayınlayan popüler hesaplar söz konusu. Sadece uçucu sosyal medya hesapları da değil, fakat Guardian ve New York Times gibi önemli gazeteler de konuyu merkeze alan makaleler yayınlamış.
Perde “çekiliyor” ve perdesiz pencerelerde, sahne ortaya çıkıyor. Sahne, evlerin içi. Dışarıdan, her şey görünüyor. Akşam karanlığı çöküp de ışıklar yanar yanmaz, hâlbuki gelenektir, dışarıdan sahneye itilmişçesine görünmemek için, ilk iş, pencerelere koşup perdeler kapatılır. Ama yeni eğilim, bunun tam karşıtıdır. Gelenek akşamın ilk ışıklarıyla alelacele pencerelere koşarken, perdesiz evlerin perdeleri peki ne “cüretle” açık kalır?
Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu
Kuşkusuz, tek bir nedeni yoktur. Ama bu yazının konusu, kimsenin gözünün erişemeyeceği yükseklikteki veya deniz veya orman gibi yerlere baktığı için, mahremiyet gereği zaten bir perdeye ihtiyaç duymayan evlerin perdesizliği değil, fakat şehrin göbeğinde olup da, tam da “dışarıdakiler” tarafından görülebilecekken ve belki de sırf bu yüzden, gösterişli iç mekânlarını bütün görkemiyle sergileyen evlerdir.
Bu özel anlamıyla perdesiz pencereler, yeni bir eğilim olabilir. Ama yeni gibi görünen hemen her modern eğilimde olduğu gibi, kökleri tarihte ve bir yönüyle, hiç de yeni değildir!
Tarihte, sınıfsal “fark atma” gösterileri
“Bize benziyorlar!”
“Hiç de bile!”
Öte yandan, tıpkı günümüzde olduğu gibi geçmişte de ayrıcalıklı lüks nesnelerin taklitlerinden kaçınmak öyle kolay değildi. Bu nedenle aristokratlar, yabancı lüks malların tüketimini soyluların imtiyazına alarak alt sınıfların kendi görünüşlerini taklit etmelerini engellemek için hukuktan medet ummuş ve lüksü düzenleyen yasalara başvurmuştu. Zira, görünüşte bile olsa, sınıfsal akışkanlık kaygı vericiydi. Ve görünümü ne olursa olsun, kaygı hep aynı kaygıydı:
“Bize benziyorlar!”
Sosyal hiyerarşiyi korumanın bir yolu olarak lüksü düzenleyen yasalar
Görsel, yapay zekâ tarafından oluşturuldu
Kraliçe I. Elizabeth İngiltere’sinde, örneğin, toplumsal sınıfların hangi renkleri, kumaşları ve kıyafetleri giyebileceği, yasalar ile düzenlenmiş ve herkesin uymak zorunda olduğu kurallardı. Ve kraliyet ailesinin yakın akrabaları dışında, mor giymek herkese yasaktı.
Yoksullar hangi cüretle, zenginlere benzemeye çalışır?
Cin açlığı dindiriyor, soğuğu unutturuyordu. Ve hayatın acımasızlığından bir kaçış sağlıyordu. Yıllık ortalama cin tüketimi, Londra’da 63 litreye erişmişti. Ve bu, artık toplumsal bir sorundu. Açlık, yoksulluk ve fuhuş, artan suç ve ölüm oranları ve hatta delilik… Bütün bunların sorumlusu olarak, hep cin suçlanıyordu.
Öte yandan, cin içebilen yoksullar; yeme, içme ve boş zamanlarını doldurma biçimleri bakımından yoksulların gerçekten de zenginlere benzeyebileceğini göstermişti. Oysa “sosyal normlar, işçi sınıfının yemeklerinin daha az rafine olmasını icap ediyordu. Çünkü insanın yaşam tarzı ile yemeği arasında doğal bir benzerlik vardı. Ve ağır el emeği, ancak daha kaba ve daha ucuz gıdalar gerektiriyordu.”
Özetle, ne kadar kötü yaşıyorsan, o kadar kötü yemeliydin!
Gösterişçi tüketimin yükselişi ve sürekli değişen “fark” sembolleri
Mücadeleye devam!
Sosyal hiyerarşi mücadelesi, yüz yıllar sonra bugün halen devam ediyor. Yalnız, ancak büyüyerek ayakta kalabilen bir ekonomik sistemde, özel tüketim malları geçmişe göre çok daha yaygın, çok daha çeşitli ve yine geçmişe kıyasla, daha ucuz. Bu ise, bu nesnelerin fark göstergeleri olarak kullanımını sınırlıyor. Herkes aynı kıyafetleri alıp, aynı yiyecekleri yiyor ve hatta, aynı “elit” aksanı konuşuyor olmasa da daha ucuz taklitleriyle bunu taklit edebiliyor.
"Nasıl zengin görünürsün?”
“Nasıl Zengin Görünürsün?” (How to Look Rich?) türevi başlıklara sahip bu hesaplar örneğin hangi kıyafetlerin hangi renklerle kullanılacağını, içlerinde nasıl durulacağına kadar anlatıyor. O kıyafeti alamayanlar, gidip pazardan sahtesini alıyor.
Gerçi pazar dinamikleri, bunu da bir adım öteye taşımıştır. Küresel hızlı moda markaları, taşeronlarla çalışır. Her model için, belirli bir sipariş büyüklüğü vardır. Oysa bazı taşeronlar, sipariş fazlası üretim yapar. Bu fazlalık, mağaza dışı yerli pazar içindir. İkisi de aynı makinelerde, aynı malzemelerle ve aynı tekstil işçileri tarafından üretilmiştir. Ama marka için üretilen etiketliyken, öteki etiketsizdir. Şimdi soru şu ki biri kuşkusuz orijinal iken, diğeri neden sahtedir?
Picasso’nun sahte tablosu
Akla, ünlü ressam Picasso’nun hayali bir anekdotunu getiriyor. Bir arkadaşı Picasso’ya bir resim gösterir. Ve bunun, orijinal bir Picasso olup olmadığını sorar.
“Hayır” der Picasso. “Sahte!” Arkadaşı başka bir resim daha gösterir. “Peki ya bu?”
Picasso resme bakar. Ve yine “Hayır” der. “Bu da sahte!” Arkadaşı şaşkındır. “Ama nasıl olur?” der. “Ben senin bu resmi yaptığını, kendi gözlerimle görmüştüm!” “N’olmuş?” der Picasso. “Ben sahtelerini de yapıyorum.”
O halde sahtelik, ürünün kendinde bir özelliği değildir. Ve tıpkı aynı ressamın elinden çıkma resimlerde olduğu gibi, tek farkı etiket olan iki özdeş gömlekten hangisinin sahici olduğu, onu kimin alabildiğiyle ilgilidir. Böylelikle gerçek sahtecilik de saptanmış olur; her sınıfın kendi sınıfına layık gıdalarla beslenmesini öngören “Neysen, onu yersin!” kuralının ihlali, yani sınıfına layık giyinmemektir!
Öte yandan, gücü yetmeyen biri de pahalı markaların orijinal ürünlerini, büyük ekonomik fedakârlıklar bile gerektirse, yine de satın alabilir. Ve etiketlisi veya iyi taklitleriyle, markanın orijinal müşterisiymiş gibi görünebilir. Bu ise, zenginliği bir gösteri olarak yaşayanların “Bize benziyorlar!” tarihsel kaygısı için yeterlidir. Ve mücadele, kaldığı yerden devam eder.
Bir marka, etiket veya herhangi bir dışsal nesne onu elinden tutup imrenilenlerin arasına katmaya yetiyorsa, o dışsal nesne ona layık olmayanların elinden alınmalıdır. Ama artık her şey taklit edilebiliyorsa, o halde en iyisi, herhangi bir gösterenebağımlılıktan kurtulmaktır. Ve sosyal hiyerarşide “alttakilerle” mesafesini korumak isteyenler açısından, mantıksal bir uç noktaya varılır; öyle bir şey göster ki “senden olmayanlar” tarafından gösterilebilir olmasın.
Gizli zenginlik ya da sessiz lüks
“Markasız” giyim markaları, tam da bunu başarmış gibidir. “Gizli zenginlik (Stealth wealth)” veya “sessiz lüks (quiet luxury)” adı verilen bu moda trendinde, aşırı desenlere ve logolara yer yoktur. Dahası, kıyafetlerin üzerinde markaya dair küçücük bir işaret bile yoktur. Gizli zenginlik, yeni değil fakat nesillerdir zenginlerin kendilerini yeni zenginlerden veya zengin olmayıp da zengin gibi görünenlerden ayırmasının incelikli bir yoludur. “Ortalama” bir insanın, bu lüksün farkına varamayacağı söylenir. Ve ancak benzer düzeydeki varlıklılar, bu oldukça sade görünen kıyafetlerin gerçek değerini anlayabilir.
Kuşkusuz, sosyal hiyerarşi mücadelesi temelde en varlıklı olan ile en yoksul arasında değildir. Daha ziyade, birbirlerine sınıfsal veya kültürel olarak yaklaşıp uzaklaşma ihtimali olan ve ancak birbirlerine benzeyebilecekler arasındadır. Bu nedenle, bu “markasızlığı” herkesin anlaması gerekmez. Markasız markaların sloganı da zaten buna uygundur:
“Ancak biliyorsan, bilirsin…(if you know, you know)”
Sahi, ancak göstererek veya ben de sizdenim diyerek görünebilir olan için, böyle bir gösteriş nasıl taklit edilebilir? Onu bulup giyse bile, zira üzerinde sahtedir!
Markasız markalardan, perdesiz pencerelere…
Markasız markalar kadar “dahice” değil belki, ama girişte anılan anlamıyla perdesiz pencereler de farkı göstermenin yeni bir yolu. The Atlantic’te yayımlanan bir makalede, örneğin, yıllık 150 bin dolardan fazla kazanan Amerikalıların perdelerini açık bırakma olasılıklarının, 20-29 bin dolar olanların neredeyse iki katı olduğu belirtiliyor. Ve perdeleri kapatmamanın, zenginliğin ve sosyal statünün yeni bir göstergesine dönüştüğü tespit ediliyor.
Perdesiz pencereler, en çok Amerika ve İngiltere’nin lüks semtlerinde görülüyor. Ama TikTok paylaşımları, bu yeni trendin dünyanın birçok bölgesine yayıldığını gösteriyor.
New York City (Getty Images/Anthony Spatari)
Sevgili Arsız Ölüm
Gerçi, biz bu karşıtlığa Dirmit’in gözlemlerinden de aşinayız. Bir Latife Tekin romanı olan Sevgili Arsız Ölüm’de (4) kırdan kente göç eden yoksul bir ailenin en küçük çocuğu olan Dirmit, damlarından görünen bazı evlerin perdelerinin geceleri ardına kadar açık olduğunu fark eder. Ve kendileri ışıklar yanar yanmaz perdelerini alelacele çekerken, onların nasıl olup da açık bırakıldığını annesi Atiye’ye sorar. Bu da soru mudur! Annesi kızının keçileri kaçırdığından yakınadursun Dirmit gözlemlerine dayanarak bir cevap bulur:
“Duvarlarında çiçekli kâğıtlar var, tavanlarından da rengârenk ışıklar saçan lambalar sarkıyor çoğunun kız...”
Malum, kapalı perdeler farklılığı gizler. Oysa amaç farklılığın gizlenmesi değil, ortaya çıkarılmasıdır. Zira ayrıcalıklı bir hayat yetmez, ama bu ayrıcalık göstere göstere yaşanmalıdır!
(1) Peter Burke, Res et verba: conspicuous consumption in the early modern world, In: John Brewer – Roy Porter, Consumption and the World of Goods, Routledge, London-New York, 1993.
(2) Thorstein Veblen, The Theory of the Leisure Class, OUP Oxford, 2009.
(3) Necmi Erdoğan, Yoksulluk halleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007.
(4) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2014.
Zeynep Yıldırım kimdir? Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı. 2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor. Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor. |