Malatya Yeni Cami, (Fotoğraf: Berna Abik, T24)
Güvenlik, yaşamın gidişatını ve bütünlüğünü bozan faktörlerden uzak olmak kadar, bu faktörlerin etki edemeyeceği bir durumu da anlatır. Bu anlamda ebedi güvenlik ideali ancak mezarda veya ölümle mümkündür. Antik mezar taşlarındaki yazıtlarla ilgili olarak Schopenhauer, "Eğer mezarları başına gidip de ölülere tekrar dirilmek isteyip istemediklerini sorsaydı, başlarını hayır anlamında iki yana sallarlardı." Yoksa, haklı bir içgüdüyle eskiler mezar taşlarına 'Securitati Perpetua/ Ebedi Güvenlik' sözlerini yazdırırlar mıydı?
Yeryüzünde ebedi barışın koşullarını arayan Kant da tıpkı Schopenhauer gibi yönünü mezarlıklara çevirmişti. Zaten, barışçıl bir toplum üzerine düşündüğü ünlü eseri 'Ebedi Barış' da adını, bugün hâlâ Hristiyan dünyasında yaygın olarak kullanılan bir mezar taşı yazıtından (Eternal/Perpetual Peace) almıştı.
Bir kez toprağın altına girdikten sonra, dünyanın artık hiçbir nesnesine ihtiyaç duymayan ölülerin 'hayatı' bu iki düşünüre göre de huzurlu ve barışçıl bir hayatın idealiydi. İkisi de mezarlığa bakıp, huzurlu bir hayat görüyordu.
Oysa bunu tersine çevirmek ve hayata bakıp, huzursuz bir mezarlık görmek de mümkündür. Tıpkı şehirlerle mezarlıkları birbirinden ayıran sınırların eridiği şimdiki deprem felaketinde olduğu gibi… Ölenler, güvenliğe ihtiyaç duymayacak kadar güvendedir belki. Ama iyi davranılmamış bedenleriyle rahatsızdır. Ölenler ve yaşayanlar artık hiç olmadığı kadar birbirine yakındır. Ölenler, yaşayanlardan kopamamış ve mezarlıklar, zamansız ölümlerle huzursuzdur.
Zamansız ölümler ülkesi
6 Şubat sabahı Maraş Pazarcık merkezli ve 7.7 şiddetindeki ilk depremle başlayan depremler serisi on ili kapsayan geniş bir alanda etkili olarak, 14 milyonluk bir nüfus bölgesinde büyük yıkımlara neden oldu. Binalar ve hastaneler yıkıldı. Yollar ve havaalanları çöktü. On binlerce insan enkaz altında, daha fazlası kış soğuğunda sokaklarda kaldı. 11 Mart tarihi itibari ile kaydedilen 47 bin 975 'resmi' ölüyle ülke, bir zamansız ölümler ülkesine döndü.
Depremden sonra Hatay (Fotoğraf: AA)
Aktif deprem bölgesi olan Türkiye'ye deprem aslında habersiz gelmedi. Ama bütün kurumlarıyla ülke, habersiz bir misafire yakalanmış gibi davrandı. Önlem yoktu. Hazırlık yoktu. Merkezi arama kurtarma organizasyonu, hayatında ilk kez bir deprem yaşıyormuş gibi şaşkın, yavaş ve dağınıktı. Bölgeye sevkler gecikti. Kendi başına örgütlenip yardıma koşan gönüllüler engellendi. Uluslararası arama kurtarma ekipleri, havaalanlarında 'dinlendirildi'. Merkezi iktidar yetkilileri uzun bir süre ortalarda gözükmedi. Sonunda gözüktüklerinde de kucaklayıcı olmadı. Çocukluğumuzdan bir sahnedir… Pedagojinin evlerin içlerine kadar girmediği zamanlarda, anneler misafirlikte mızmızlanan çocuklarına bir kaş göz işareti yapardı. "Ben senle evde görüşürüm!" Çocuk ağlayacak gibi olunca da "Ağlama sus!" derlerdi. "Yut! Yut!" İşe de yarardı. Korku, çocuğun her türlü isteğini bastırır ve çocuklar o ağlamayı gerçekten de yutardı. Sivrisinek ısırığıyla ağızdan istemsiz dökülen bir "Ah!" yakınmasına bile bir ayaklanmanın işaret fişeğiymiş gibi korkuyla yaklaşan iktidar, sonunda boy gösterip de acıdan gözleri büyümüş depremzedelere neredeyse tehditler savururken aslında "Yut!" diyordu. "Acını yut!" "Kaybını yut!" "Yasını yut!"
Bu sırada enkaz altları canlı ve cansız insan bedenleriyle doluydu. Aileler enkaz başlarında, yakınları 'içerdeydi'. İçerden sesler geliyordu. Ama arama kurtarma yoktu. Arama kurtarma vardı. Kepçe yoktu. Kepçe vardı. Mazot yoktu. Mazot vardı. Ambulans yoktu. Günler geçti. Ve geçen her günle birlikte depremzedeler, pazarlıkta hep daha kötüsüne razı oldu. Bir depremzede "Önce yakınlarımızı sağ salim bulabilmek için dua ettik" diyordu. Sonra cenazelerine ulaşabilmek için. Ve en sonunda da, bedenlerini tek parça halinde defnedebilmek için. Bir başkası "Ölülerine kavuşunca sevinir mi insan?" diye soruyordu. Sevinirdi! Artık enkaz altında değil, toprak altındalardı. Ve güvenliğe ihtiyaç duymayacak kadar güvendelerdi!
Sıra bu felakete bir açıklama getirmeye geldi. Muhafazakâr dünyanın, sadece inananı bağlaması gereken teleolojik kavramları hemen devreye sokuldu. "Olanlar hep…" Olmuştu. Ve bütün bunlar, tıpkı 2014'te Soma'daki veya 2022'de Amasra'daki maden facialarında olduğu gibi, hep aynı kader planının içindeydi. Kader 'Hepsi İçinde' bir fix menüydü. Ve bize düşen, bu paketi satın alma zorunluluğuydu. Ölenler o binaların altında şans eseri değil fakat tam da kaderini gerçekleştiren teleolojik bir yönelimle, zaten ölecekleri için bulunuyordu. Bu anlamda, ölümlerin hiçbiri beklenmedik veya zamansız değildi. Hepsi doğaldı. Zaten doğal olmayan ölüm diye bir şey yoktu. Çünkü vadesi dolan ölürdü.
"Doğal" ölüm
Vadesi dolan ölür. Siyasal İslamcıların, sadece inananı bağlayan bir inanç olmaktan çıkarıp, adeta bir ölüm nedeni olarak yeniden kurduğu bu anlayışa göre, o halde, doğal olmayan ölüm yoktur. Ve her ölüm, bir sonuç olmaktan çok, öncelikle kendi kendinin nedenidir. İhaleci İslamcıların bir Çukurova deyimiyle "Küçük dağları ben yarattım, büyükler Allah'la ortak" büyüklenmesiyle birleştiğinde, bu iktidar ideolojisi, aynı zamanda Tanrı ile yapılan örtük bir iş bölümünü de açığa çıkarır. Öyle ki "İyilik bizden, kötülük Tanrı'dan"dır. Veya ihaleci bir dille… "Biz yaparız, Tanrı yıkar."
Ama Tanrı'dan gelen Tanrı'dan gelmiştir. Ve o her ne ise, insan hayatının bir koşulu değil fakat verisidir. Sorgulanamaz. Ancak "Yapmışsa vardır bir bildiği" gibisinden geçmişle dönük yorumlarla 'açıklanabilir'. Ama anlaşılamaz. İnsan aklı bunun mahiyetini anlamaya yetmez. Ve insan ile vadesi arasına ne kolonlar, ne kirişler fakat hiçbir şey giremez. Teleolojik bir yönelimle o gün o binada bulunup da enkaz altından sağ çıkamayanın… "Zaten vadesi dolmuştur." Günlerce enkaz altında dayanıp da sonunda 'dışarıdakileri' daha fazla bekleyemeyerek soğuktan ölenin? "Gene, vadesi dolmuştur." Günler sonra mucize eseri sağ çıkarılanın? "Mucize diye bir şey yok! Demek ki vadesi dolmamıştır." Çıkarıldıktan sonra içine gireceği bir çadır olmadığından, yıkılma ihtimalini bile bile o binaya geri dönenin? "Kendi hatasıdır." Ve orada bir artçıya yakalanıp, vadesi dolanın? "Dedin ya… Vadesi dolmuştur."
Bir ölüm nedeni olarak 'vadesi dolmak' demek ki yanlışlanmaya açık değildir. Bunun bilimsel bir teori olmadığını anlamak için Popper'in bilimsel ve bilimsel olmayan teorileri birbirinden ayırt etmek için geliştirdiği yanlışlanabilirlik testine de gerek yoktur. Ama bir ölümün kendi kendinin nedeni olması, geleneksel ve masum bir inanç da değildir. Sorumluluk geçirmez bir iktidar ideolojisidir. Zira, binayı biz yapmışızdır. Ama gel gör ki Tanrı 'malzemeden çalmıştır'.
Yaşayanlar için ebedi güvenlik
Schopenhauer ve Kant'ın güvenli ve huzurlu mezarlıklarının aksine, deprem felâketi on binlerce zamansız ölüyle şehirleri huzursuz mezarlıklara dönüştürdü. Öte yandan Schopenhauer'ın ancak ölülere layık gördüğü ebedi güvenliği de bir bakıma yaşayanların ayağına getirdi. Ebedi güvenlik ancak ölümle gerçekleşiyor olabilir. Ama deprem felaketini yaşayanlarla yapılan bire bir görüşmelerin de gösterdiği üzere ölmeden ölmek de mümkündür. Ve hasarlı, az hasarlı veya ağır hasarlı binalarıyla kış soğuğu arasında kalıp "Ne olacaksa olsun artık!" demek de bir ölümdür. Güvenlik beklentisi, güvenliğe ihtiyaç duymayacak kadar düşmüşse ebedi güvenlik kapıdadır.
Doğal ve doğal olmayan afetleri, savaşı, depremi ve yerinden edilmeyi iki kelimeye sığdıran Suriyeli bir depremzede, örneğin, "Nereye gideceğiz?" diye soruyordu. Ama gene de yaşayanlar için ebedi güvenlikten umutluydu. "Allah canımızı aldığında…" Ne de olsa bu da bitecekti.
Yıkımın yoğun olarak yaşandığı Hatay ve Maraş gibi şehirler, halen dönecek bir evleri olmayan insanlarla dolu. Yıkıldı yıkılacak binalar sallandıkça dışarı kaçıyor, soğuk dondurdukça geri içeri giriyorlar. İlk depremden 14 gün sonra gerçekleşen Hatay merkezli depreme de - eğer teleolojik bir yönelimle değilse - zaten bu nedenle yıkıntıların içinde yakalandılar. Doğup büyüdüğüm Adana'da binalar karşılaştırmalı olarak 'iyi' durumda. Ama insanların kaygıları benzer. Artık gözlerine, üzerlerine tutulmuş bir cinayet aleti gibi görünen o yüksek apartmanlara girmek istemiyorlar. Eski mahallelerde tanıdıkları olanlar, buradaki müstakil evlerde tanıdıklarıyla birlikte kalıyorlar. Bir evde iki aile, üç aile, dört aile… Üç gün… Beş gün… On gün… Ama nereye kadar?
Belki binalarımız değil ama… Sonunda herkes deprem için artık hiç olmadığı kadar hazır. Müjde! Bütün hazırlıklar tamamlandı. Geriye korkacak bir şey kalmadı artık. Hasarlı, az hasarlı, ağır hasarlı… "Yeter!" "Ne olacaksa olsun artık!"
"Asrın Felaketi"
İspanya İç Savaşı'nı anlatan ve adını Bask Bölgesi'ndeki bir kasabadan alan ünlü Guernica tablosu Pablo Picasso'nun en tanınmış ve en güçlü eserlerinden biridir. Kasabanın Nazi Almanyası ve Faşist İtalya tarafından bombalanmasını anlatır. Picasso olayları Nazi işgali altındaki Paris'teki evinde, gazetelerden takip eder. Guernica gece boyunca bombalanmış ve kasaba, tıpkı kendi deprem felâketimizde olduğu gibi enkaz yığınına dönmüştür. Yollar ve köprüler yıkıldığından kimse kasabadan kaçamamıştır.
1937'deki hava bombardımanın ardından enkaza dönen Guernica şehri
Güçlü bir protesto sembolüne dönüşen Guernica tablosuyla ilgili olarak Pablo Picasso'nun iyi bilinen bir anekdotu vardır. İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal altındaki Paris'te, bir Gestapo polisi ansızın Picasso'nun dairesine dalar. Ve duvardaki Guernica tablosunun bir fotoğrafını gösterip "Bunu sen mi yaptın?" diye sorar.
Guernica (1937) Pablo Picasso, Museo Reina Sofia, Madrid, İspanya
Hâlbuki anekdot 'yanlışlıkla' Picasso'ya atfedilmiştir. Zira, hikâyenin orijinali Picasso'nun ölümünden 50 yıl sonra ve günümüz Türkiye'sinde yaşanmıştır. Ve Picasso ile bir Gestapo polisi arasında değil fakat anonim bir elçi ile Tanrı arasında geçer.
"Asrın felâketinin" sorumlusu olarak kaderi gören, bunun bir yansıması olarak da öncelikle depremin fiziksel büyüklüğüne odaklanan ve sonuçta, Tanrı'yı bir bakıma 'malzemeden çalmakla' suçlayanlar adına elçi haklı bir isyanla deprem yıkıntılarını ve huzursuz mezarlıkları gösterip "Tanrım!" demiş. "Nasıl kıydın?" "Bu felâket tablosunu nasıl yaptın?" Tanrı yukarıdan bakmış. Ve gerisi malum… "Ben değil" demiş. "Bunu sen yaptın!"
Zeynep Yıldırım kimdir? Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı. 2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor. Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor. |