“Söylesene çocuk, neden Ay’a bakıyorsun?”
“Ay’a değil, geleceğe bakıyorum…”
"Ben gelecekten geldim… Gelecekte sadece çamurlu, ölü tarlalar var.”
“Yalan söylüyorsun, yalan söylüyorsun! Gelecekte ışık var, aşk var. Her yanda çiçekli bahçeler…” (1)
Sürgün deneyimlerinin yazarı Agota Kristof dördüncü romanı 'Dün’de sürgünün giden ve kalan yanlarını, gelecekten gelen ile geleceğe bakan olarak bu kısaltılmış diyalogda karşı karşıya getirir.
Konuşanlar esasında aynı kişidir. Sürgün, kendi geçmişi/çocukluğuyla konuşur. Ve geleceğe bakan çocukluğuna, gelecekten haberler getirir. Ama kafasını gitmeye takmış olan çocukluğuna laf anlatmak zordur. Çünkü onun için gelecek, henüz açık bir çektir. Ve aklında sadece ışıklı güzel bir yarın için gitmek, fakat ne olursa olsun buradan gitmek vardır. Hâlbuki sürgün, bunu çoktan yapmıştır. Ve vardığı o gelecekte “dün her şey daha güzeldir.”
Dün (The Hier)
Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.
Ve doyurulamamış geri dönüş arzusundan kaynaklanan kederi tanımlar(2). Ki bu da sürgünün evden uzakta yaşadığı acı-özlemle örtüşür. Belki de bu nedenle sürgün/göçmen hikâyeleri, nostaljinin en iyi anlatılarını oluşturur. Bu hikâyeler doğal olarak nostaljiktir. Kendisi de bir sürgün/göçmen olan Agota Kristof’un sürgün hikâyelerine hakim olan genel hava da zaten nostaljidir.
Bir önceki yazının konusu olan üçlemede (Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan(3)) olduğu gibi 'Dün’de de Kristof ülkesinden mecburen ayrılan, fakat gelecek için henüz umudunu yitirmemiş bir sürgünü anlatır.
TIKLAYIN | Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas
Her iki eserde de sürgün bir şeylerden kaçmıştır. Ve hayatının geri kalanında, kaçtığı bu şeye kavuşamamanın kederiyle yaşar. Aralarındaki en önemli fark ise, bakış açısıdır. Üçleme’de geride kalanın yaşantısına tanık olurken, yazar Dün’de esas olarak gidenin, sınırın öte tarafına geçenin peşine takılır.
'Dün', ismi bilinmeyen bir ülkenin ismi bilinmeyen bir köyünde başlar. Babasının kim olduğu bilinmeyen Tobias köyün son sokağının, son evinde annesiyle birlikte yaşar. Annesi Esther dilencilik yapar. Bahçelerden meyve sebze, çiftliklerden tavuk çalar. Ve un, mısır ve süt gibi şeyler karşılığında köyün erkekleriyle yatar.
Ana oğul, başkalarının verdiği giysileri giyer. Onlardan artanları yer. Köylüler domuz mu kesiyor, yemeye kimsenin tenezzül etmeyeceği atıklar onlar için ayrılır. Verilen her şeyi kabul ederler. Ve hiçbir şeye burun kıvırmazlar. Ne bu küçük köyde geçimlerini sağlayabilecek başka bir seçenekleri vardır ne de gidecek başka bir köyleri.
Esther köyün en güzel kadınıdır. Ve daha gencecik bir kızken bir çocuğu olur. Çocuk, gayrimeşrudur. Gerisi, kendiliğinden gelir. Esther artık köyün dilencisi, hırsızı ve fahişesidir. Bu küçük köyde “Esther’in oğlu Tobias” olmak da bir o kadar zordur. Aşağılanmak Tobias’ın günlük yaşamıdır.
Sefil koşullarına karşın, Tobias okulda başarılıdır. Ve annesini arada sırada ziyarete gelen öğretmeninin de desteğiyle, ilkokulu başarıyla tamamlar. Mezuniyetten sonra bir gün öğretmen, Esther’le çocuğunun durumunu konuşmak için evlerine gelir.
Ortalamanın üzerinde bir zekâsı olan Tobias’ın okula devam etmesi gerektiğini düşünüyordur. Ve çocuğu annesinden alıp, yatılı bir okula yazdırmayı teklif eder. O sırada farkında değillerdir, fakat Tobias mutfaktan onlara kulak misafiri oluyordur.
Hayatta çocuğundan başka kimsesi olmayan Esther yatılı okul fikrine karşı çıkar. Ve bunca yıl bu köyde de sırf onu babasından ayırmamak için kaldığını söyler. Böylelikle Tobias, babasının kim olduğunu öğrenir. Sınıf arkadaşı ve aşkı Line’nin babası, ilkokul öğretmeni Sandor…
Onu terk eden ve şimdi de yatılı okulla onu annesinden almaya çalışan yan odadaki adama nefret duyar. Artık ne okumak ne de annesini her gün “ziyarete gelen” köylülerin yanında çalışmak ister. Her şeyden iğrenir. Her şeyden bıkar. Artık tek bir isteği vardır: gitmek ya da ölmek!
“Uzaklaşmak, kaybolmak… Ormanda, bulutlarda eriyip gitmek… Ve hatırlamamak… Unutmak, unutmak…”
Mısır ve buğday tarlalarından, ormanlardan geçer. Ve ta ki başka bir ülkenin sınırını aşıncaya kadar gece gündüz hiç durmadan yürür
Gerçi, bıçak hiç kimseyi öldürmemiştir. Fakat Tobias öldürdüğünü sanır. Ve sınırı aşmadan önce işlediği bu “hayali” suç, onun sürgün karakterini pekiştirir. Zira sadece sınırı aşmamıştır, fakat işlediği bu suçtan ötürü artık geri dönüş yolu da kapanmıştır.
Tobias, Sandor oluyor
Bu yeni ülkede, Tobias ilk günlerini sokaklarda yatıp kalkarak, dilenerek ve hırsızlıkla geçirir. Polis tarafından yakalanınca, erkek çocuklar için kurulmuş olan yurt günleri başlar.
“Yurtta suçlular, öksüzler, yetimler ve onun gibi köksüzler” kalıyordur. Yurda kayıt sırasında Tobias yeni bir başlangıç için ismini ve hikâyesini değiştirir.
O artık Tobias Hovarth değil, fakat savaşta öksüz ve yetim kalmış Sandor Lester’dir. Annesinin, babası bilinmeyen gayrimeşru çocuğu; sonunda yeni ülkenin, hakkında hiçbir şey bilinmeyen köksüz/gayrimeşru çocuğuna dönüşür.
Bir önceki yazıda Agota Kristof’un başlangıç fikrine takılmış olduğundan bahsedilmişti. Sınır deneyimini bizzat yaşamış olan yazara göre, sınır sadece bir kez aşılır. Ve bir kez aşılınca, sürgün artık “giden” ve “kalan” diye kalıcı olarak ikiye bölünür.
Bu başlangıçsal belirleyiciliği yansıtırcasına, karakterleri yeni ülkelerinde hep yeni başlangıçlar yapar. Bunun için de ilk olarak isimlerini değiştirir. Öte yandan, bu yeni isimler büsbütün yeni de değildir. Fakat sürgünün, zaten yanında getirmiş olduğu isimlerdir.
Üçleme’nin Lucas’ı, örneğin, Claus olur. Ki geride bıraktığı kardeşinin adıdır. Benzer şekilde Tobias da Sandor Lester olur. Ki annesi ile babasının, üstelik öldürmek istediği babasının isimlerinden türemedir.
Sürgünün geçmişten kaçmak ile geçmişe kaçmak arasındaki gerilimi, isimlerin bu yer değişikliğiyle elle tutulur hale gelir. Ve başlangıç ne kadar belirleyiciyse, yeni bir başlangıç da bir o kadar imkânsız görünür.
Tekdüze iş, acınası maaşlar ve yalnızlık
Tobias’ın veya yeni adıyla Sandor’un bu yeni ülkedeki yeni hayatı, Kristof’un kendi yaşamından apaçık izler taşır.
Macaristan’dan ayrılıp İsviçre’ye iltica eden yazar, Sandor’unki yerine sanki yer yer doğrudan İsviçre’deki kendi sürgün hayatını anlatır. 16 yaşına gelip de yurttan ayrılan Sandor, tıpkı yazar gibi yeni ülkenin dili yerine kendi ana dillerini konuşan sürgün arkadaşlarının çalıştığı bir saat fabrikasında işe girer. Küçük bir ev kiralar. Ve yeni hayat başlar. “Ne hayat ama!” Sabah erkenden kalkar, işe gider ve hep aynı makinede, hep aynı parçaya, hep aynı deliği açar!
Yerleşik birine göre sürgün/göçmen hayatı genel olarak daha sessizdir. Daha yalıtılmış, daha tekdüze ve daha hareketsizdir. Bu yalıtılmış, tekdüze ve sessiz hayat, aynı zamanda Kristof’un kendi hayatıdır.
“Fabrika, alışveriş, çamaşırhane, yemek…” diye anlatır. “Ve biraz da uzanıp, ülkem hakkında hayal kurabildiğim pazar günleri…”
Bekleyecek başka hiçbir şey yoktur. Gerçi, maddi olarak eskiye göre daha iyi durumdalardır. Bir yerine iki odaları, kömürleri ve yeterince yiyecekleri vardır. “Ama kaybettiklerimize kıyasla…” Bu, çok yüksek bir bedeldir !
Doğrusu, ülkenin yerleşikleri onları çok iyi karşılamıştır. Naziklerdir. Gülümserler. Ve onlarla daima konuşurlar. Dillerini anlamasalar da konuşmaların iyi konuşmalar olduğu bellidir. Ama sürgünün derdi, iyi karşılanmak ve ihtiyaçlarını yeterince karşılamaktan ibaret değildir.
Kristof, bir iş arkadaşının sırf onu rahatlatmak için yaptığı bir konuşmadan örnek verir. Arkadaşı, artık korkmasına gerek olmadığını hatırlatır. Ruslar bu ülkeye asla giremezler. Ve bu ülkede, hepsi güvendedirler.
Kristof “Bildiğim birkaç Fransızca sözcükle onu incitmeden, ona bunu nasıl anlatabilirdim…” diye aklından geçirir. “Onun güzel ülkesi hâlbuki biz mülteciler için sosyal ve kültürel bir çöldü.” Ruslardan korkmuyordu. Ve eğer üzgünse, bunun nedeni şu anda fazlasıyla güvende olması ve işten başka yapacak veya düşünecek başka hiçbir şeyin olmamasıydı.
Beklemeyi beklemek
“Yavaş yavaş gidecek hiçbir ama hiçbir
yerim ve herhangi bir yere gitmek için hiçbir nedenim
olmadığını anlamaya başladım.” (Alexander Herzen)
Sürgün hayatı, sessizdir. Ama bu sessizlik sesin olmayışı değil, fakat hiçbir sesin ona seslenmeyişidir. Sürgün, yalnızdır. Ve sürgün hayatında beklemek, artık bir şeyi beklemek değil, fakat bir etkinlik olarak beklemektir.
Tıpkı Lucas gibi Sandor da yeni ülkesinde ölümcül bir sessizlik içindedir. Günler, düşmanıdır. Geçmek bilmez. Öte yandan, suç işlemiştir. Ülkesine geri de dönemez. Ve bekler… Günlerin, ayların ve yılların geçmesini bekler. Çocukluk aşkı ve -yarı- kardeşi Line’nin bir gün çıkıp, peşinden gelmesini bekler. Bir gün mutlaka Line gelip onu bulacaktır. Bundan kuşkusu yoktur. Line’den başka bir şey düşünemez olur. Ve hep Line’yi bekler. Hayalindeki Line hayatının aşkı ve hayattaki tek amacıdır. Sıla, geçmiş ve çocukluk Line’de birleşir. Ülkesine değil Line’ye kavuşmak ister. Geçmişini değil Line’yi özler. Ve çocukluğuna değil Line’ye dönmek ister. Ve gittiği her yerde, hep onunla konuşur.
“Ait oldukları ortamdan kopan bütün emigre’ler, acı hakikatleri görmemek için gözlerini kapatır ve atıl anılardan ve asla gerçekleşmeyecek umutlardan ibaret olan kapalı, akıldışı bir çevreye gittikçe daha çok alışırlar .” (4)
Sandor’un bu sessiz bekleyişlerini Kristof kendi yaşamı üzerinden “Bir şey bekliyorduk…” diye tarif eder. “Neyi beklediğimizi bilmiyorduk.” Ama bekledikleri, kesinlikle bu değildir.. "Bu kasvetli çalışma günleri, bu sessiz akşamlar ve bu donmuş, değişimsiz, sürprizlerden yoksun ve umutsuz hayat…” Değildir!
Sürgün bir etkinlik, bir amaç olarak bekler. Ve zamanla, gerçekte neyi beklediğini unutur. Sandor “artık beklenecek bir şey kalmadığını” düşünür. “Bu yüzden odamda kalıyorum, bir sandalyeye oturup hiçbir şey yapmıyorum.” Ama bir sandalyede öylece ne kadar oturabilir ki? Yerinden kalkmak için bir neden arar. Oda havasızdır. “Ya çatkapı birisi gelirse?” Kalkıp, pencereyi açmayı düşünür. Ama hatırlar. O “birisi” hiçbir zaman gelmiyordur. Zaten, hiç kimsenin geleceği de yoktur. Line de gelmez. Ama Sandor bekler. Bir sandalyede oturmuş, bir şeyleri bekler…
Kristof, bu sonsuz bekleyiş ve nostaljinin, İsviçre’deki Macar sürgünleri arasında da yaygın bir atmosfer olduğunu söyler. Bunun dışına çıkabilmek için, fazla bir seçenekleri de yoktur. “Onlara verilen iş, pek hoş değildir.” Herkes fabrika işçisi haline getirilmiştir. Ve eve dönmenin imkânı da yoktur. Tıpkı bütün gün bir sandalyede oturan Sandor için olduğu gibi bugün dün kadar, yarın ise bugün kadar sessizdir.
Bu sessiz simetriye fakat herkes katlanamaz. Haklarındaki kesinleşmiş hapis cezaları/kovuşturmalara karşın Kristof bazı Macar sürgünlerin ülkelerine geri döndüğünü anlatır. Gitmek ama varamamaktansa tercihini daima gitmektenyana kullanan diğer bazılarıysa daha uzaklara, üçüncü bir ülkeye devam eder. Gerçi, “çözüm” bu ikisinden ibaret değildir. Zira, sürgünlüklerinin ilk iki yılında sırf Kristof’un tanıdığı dört kişi kendilerini öldürür. En küçüğü Gisèle, daha 18 yaşındadır.
Sessiz bekleyişlere katlanabilmek için Sandor da yazar Kristof’un yaptığını yapar. Ve hayata devam edebilmek için, yazmaya başlar. Tıpkı kendi dili yerine Fransızca yazan Kristof gibi Sandor da hakim olmadığı yabancı bir dilde yazar. Yazdıkları, yer yer hikâyenin içine de girer. Şiirsel ve rüyayı andıran bu parçalar ise esasında Kristof’un yayınlanmamış bazı şiirlerinden uyarlamalardır.
Nostaljik Yanılgı
Artık bir anayurdu olmayan biri için Adorno, yazının yaşanacak bir yer halini aldığını söyler. Belki de bu yüzden Kristof’un sürgünleri de tıpkı kendisi gibi yazmaya meraklıdır. Üçleme’nin Lucas’ı da Dün’ün Sandor’u da yazar. Ve geçmişi yeniden yazarak, onun içinde yaşar.
Çocukluğu sefalet içinde geçen Sandor, örneğin, geçmişe baktığında veya sırf geçmişe baktığı için, çocukluğunun mutlu geçtiğini söyler. Geçmişin, gerçekte hatırlandığı kadar iyi olup olmamasının bir önemi yoktur. Geleceğin kaleminden yazıldığı sürece, çünkü geçmiş daima iyidir. Bu geçmişi yeniden yazma eğilimi, öte yandan, nostaljinin kayıp nesnesinin geçmişin ta kendisi olduğunu hatırlatır. Anayurt, Claus veya Line değil… Fakat kaybedilen, geçmişin ta kendisidir.
Hâlbuki Lucas kaybettiği şeyin, geride bıraktığı Claus olduğunu sanır. Fakat elli yıl sonraki kavuşma, sadece ölüm getirir.
Peki Sandor, Line’ye kavuşur mu?
Kavuşur.
Sandor’un yaşadığı şehirde karşılaşırlar. Tobias/Sandor kendini tanıtır. Görüşmeye başlarlar. Sandor hep aynı konuyu açar.
“Ben de seni seviyorum Sandor” der Line. “Ama bir kocam ve kızım var.”
"Peki, onlar olmasaydı…” diye Sandor sorar. “Benimle evlenir miydin?”
“Hayır Sandor.”
Çünkü o Esther’in oğludur. Bütün buluşmalarının konusu aynıdır.
“Seni seviyorum Sandor. Ama bu şehirde kalacak kadar değil.”
“Peki ya ülkeye seninle birlikte dönseydim… Benimle evlenir miydin?”
“Hayır Sandor. Hayır.”
Çünkü o Esther’in oğludur.
Anne babasının isimlerinden kendine yeni bir isim yapan Tobias geçmişin peşini bırakmamıştır. Ama zaten geçmiş de Tobias’ın peşini bırakmaz. “
"Çocukluğumuzda da çirkin ve kötüydün!” diye Line’nin arkasından söylenir. “Seni sevdiğimi sanmıştım. Yanılmışım!”
Hâlbuki yanılgı, nostaljik bir yanılgıdır. Ve tıpkı Lucas-Claus buluşmasında olduğu gibi, kavuşma gerçek bir kavuşma değildir. Zira geçmiş, kavuşulamazdır.
Eski bayramlar…
Agota Kristof eserlerinin esas gücü, nostaljinin kayıp nesnesi olarak geçmişin kişilere, somut varlıklara veya anayurda yansıtılması değildir. Fakat imkânsız kavuşmadır. Bu tatminsiz duygu ise, sürgün ile sürgün olmayanı birbirine yaklaştırır. Zira, kafasında öyle ya da böyle herhangi bir geçmiş taşıyan herkes az çok sürgündür. Ülkesinden değil, fakat geçmişinden uzaktır. Ve ülkesine değilse de, geçmişine dönemezdir.
Bu dönüşsüz yolculukta, hep bir şeyler özlenir. Eksik olan, hâlbuki kaybın adıdır. Bir şeyler değil, fakat geçmişkayıptır. Ve popüler kültür, bu kayba yönelik özlemle doludur.
Eski bayramlar, eski perdeler, eski insanlar, eski şarkılar… Dün her şey daha güzeldir.
- Ágota Kristóf, Dün, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, YKY, 2011, s.44.
- Milan Kundera, Bilmemek, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2011.
- Ágota Kristóf, Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, YKY, 2010
4.Alexander Herzen, My Past and Thoughts, II, s.686, Aktaran Richard Sennet, Yabancı: Sürgün Üzerine İki Deneme, çev. Tuncay Birkan, Metis, 2014, s.81