Nostalji yapacağım, üzgünüm, hazır mıyız?
Bir zamanlar, Radikal diye bir gazete vardı Doğan grubuna bağlı… Aydın Doğan'ın prestij gazetesiydi. Profesyonel sahne sanatları eleştirisi yazmaya o gazetenin efsane Pazar eki Radikal İki'de başladım. Okullar ve stajlar sonrası ilk işimdi. Orada, bu ülkede biri ve bir şey olan herkes, ama herkes yazdı. Sevgili Sir Tuğrul Eryılmaz, ki, şu aralar kendisi bu sitenin Düzeyli Magazin yazarı, bu ülkenin en iyi editor-in-chief'lerinden biridir. Şanslıydım, başkasıyla çalışmak zorunda kalmadım.
Yıl 2002, Aralık… Şu an ülkeyi yönetenler ilk kez tek başlarına iktidar olmuş. Yardırıyorlar, demokrasi, özgürlük, AB'ye gireceğiz, woohooo. Ali Babacan İsveç Konsolosluğunda AB workshop'u veriyor, biz gidiyoruz filan, sonra AB gazeteciliği workshop'u için Stockholm'e de gönderiliyoruz. Demokrasiyle, siyasal İslamcılar tarafından ansızın gelen Batı medeniyeti umuduyla kopuyoruz. Nasıl bir saçmalık içinde yüzdüğümüzü asla anlamıyoruz. İllüzyonlarca…
2002 aralık ayında bir İstanbul Devlet Opera ve Balesi klasik Noel sahnelemesi Fındıkkıran balesi yazmıştım, günlerce Fındıkkıran'ın orijinalini araştırdım hâlâ oldukça başlarında olan internette… E. T. A. Hoffmann'ın masalının Almanca orijinaline denk geldiğimde Almancam biraz paslı olduğundan, doğru anladığıma emin olmak için beş kez filan okumuştum… Masalın aslı düpedüz küçük bir kız çocuğuna tecavüz edilmesiyle ilgiliydi. Bundan çocukların bayıldığı, bütün dünyada bir Noel klasiği olan, süper masum bir bale yaratılmıştı. Bu şok orijinalinden de bahsederek tam Radikal İki arka sayfası (büyüktü onlar) bir yazı yazdım. Yazının sonunda Fındıkkıran'dan AB'ye bağladım yine de, böyle bir umut vardı, sanki çünkü, güzel günler yakındı… Tecavüzün ülkede ana tema olarak yıllarca devam edeceğini öngöremedim.
Bizi böyle on sene falan oyaladılar. Bizi derken, her zaman her şeye skeptik yaklaşan o dönemin "millenial"larından bahsediyorum. Eski jenerasyon asker tükenmişliği yaşayan liberaller çoktan "yetmez ama evet"i yapıştırmışlardı bile… İyi niyetleri ama geçmiş takıntıları ve muhteşem öngörüsüzlükleriyle geleceğimizi ve kendi çocuklarının geleceğini çaldılar, teşekkürler…
O arada, Fındıkkıran masalının orijinalinde anlatılan yüz milyon kez yaşandı bu ülkede, ve daha neler neler... Her geçen yıl ahlaken daha da eksildik. Sanat coştu ama, hep öyle olur zaten geçiş zamanlarında. DOT doğup bize in-yer-face'i getirdi. Beyoğlu'nda eski küçük apartman dairelerinde ne acayip oyunlar oynandı. İmam Adnan Sokak'taki ilk Kaktüs'ü Radikal İki'nin posta kutusu olarak kullandığımız zamanlardı. İş çıkışı mutlaka uğrar, yazarlardan bırakılanları toplar, eh birkaç bir şey de içerdik, çünkü postanel/barlar bunun için vardılar. Sonra bir oyun ya da bir film patlatırdık. Beyoğlu hep bir önceki Beyoğlu'ndan daha kötüydü ama hiçbir zaman bugünkü kadar kötü olmayı başaramadı.
Radikal'in tiyatro yazarı canım Şehnaz (Şehnaz Pak), Haluk Bilginer'le röportaj ayarlamış, ekstra gig, dışarıdan para kazanacak, aynı zamanda İDOB'da Carmen röportajı varmış solistlerle gazete için, "Sen gider misin yerime?" dedi. Giderim tabii ki dedim. Şehnaz o ekstra röportaj yolunda trafik kazası geçirdi ve hayatını kaybetti. Kendisinin gitmesi gereken o İDOB opera işiyle beraber ruhunu da bana devrettiğini düşünüyorum hep. Evrenin akıl ermez tuhaflıkları… Müthiş mezzo Aylin Ateş'le yaptığım o Carmen röportajı kapak olmuştu. Ben, Şehnaz'ın ruhundan el aldım…
İlk on yıl idare ettik bu "yeni Türkiye" evreninde, sonraki on yılda o kadar saçma sapan şey döndü ki, ipin ucunu kaçırdık artık. Radikal'in arşivleri yok oldu mesela, tamamen, püf… Sanki öyle bir gazete hiç var olmadı gibi olsundu galiba çünkü, sanki Radikal İki de hiç çıkmamıştı. Hafızamıza bile tecavüz edilmeye çalışılıyor. Yooo, sizsiniz hayalet…
Anna Vissi dinleyerek yazıyorum bu yazıyı, Yunanistan'ın Ajda Pekkan'ı, daha az estetiklisi… Kıbrıslı. Çıkartmada 14 yaşındaymış, ailesi Atina'ya kaçmış. Aslında biraz da bu sayede şu an olduğu yere gelebilmiş çünkü çok iyi bir konservatuara gitmiş Atina'da. Fakat insan memleketinden defedilmeyi unutur mu? Anna Vissi asla Türkiye'ye konser vermeye gelmiyor. Bir tek ağustos ayının ortasında Gökçeada'ya, dünyanın her yerinden gelme oralı Rumların düzenlediği festivale gelebileceğini söylüyor.
Çünkü "insan" olmanın bazı temel erdemlerine sahip Vissi: Onurlu ve omurgalı olmak, inandığının arkasında durmak, öte yandan yakın hissettiklerine karşı bir gönül borcu duymak gibi…
Bu topraklarda her şey ne zaman bu kadar yanlış gitmeye başladı peki? Kesin Radikal'in çöküşünden çok önce olmalı… Peki boş vites yokuş aşağıya ne ara geçtik, hatırlayan var mı?
Olmayabilir çünkü kolektif amnezi hayatta kalma stratejimiz belli ki.
Fena ya…