Bızzzz... Dızıt dızıt dızzıııt… Dan dan dan… Bızzzz, viyüüüv, dızzıiyyyyy… Vırınnnn, taaaak…
Yazı yazmaya çalışıyorum, aşağı sokaktan sonuna kadar açtığım müziği bastıracak güçte şu şekil inşaat sesleri geliyor. Cihangir Cumhuriyeti'nde evlerini önce burayı terk eden Rumlar sonra da bir dönem Beyoğlu emniyet müdürlüğü yapan şahsın transgenderlara açtığı azılı savaş sayesinde ucuza kapatan kesim, semt değerlenince ülkenin geri kalanı gibi kentsel dönüşüm telaşına girdi. Hiç durmadan, bina yenilemece. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Ben uzak pencerelerden bir piyano, bir saksafon, bir soprano duymayı hayal ederken korkunç bir inşaat sesi yıllardır kulağımı tırmalamaktan vazgeçmiyor. Hoş kendimi bildim bileli böyleydi. İlkokulu bitirene kadar oturduğumuz Suadiye'deki üç katlı apartmanın karşısındaki iki köşkü yıkıp yüksek çirkin apartmanları dikmeleri ilkokul boyunca sürmüştü. Akıl sağlığını korumak için şehri ve ülkeyi terk etmek zorunda kalan, kuşaklar boyu İstanbullu bir dostum "600 yıldır yerleşemediniz şu şehre" der. Bu gidişle bin yıl daha yerleşilemeyecek. İstanbul, postapokaliptik filmlerin en çok tercih ettiği platoya dönüşene dek kimsenin yeni bina dikme çabasından vazgeçeceğini sanmıyorum.
Headspace diye bir meditasyon uygulaması var. Meditasyonun amacı kafada gereksiz düşüncelerden arınmış boş bir alan yaratmak diye düşünürsek, bu harika bir isim. Fakat kafada boş bir alan, yaratıcı işler için de gerekiyor. Şehrin bu sevimsiz gürültüsü, yazan çizen insanlarda konsantre olacak "head space/kafada boş bir alan" bırakmıyor. Yazarken sessizlik, doğa sesi ya da iyi müzik işe yarar, inşaat tantanası değil. En son Brüksel'de kendi düşüncelerimi dinleyebilecek "kafa boşluğu" sükûnetini bulmuştum. Avrupa Birliği'nin başkenti boş ve sakin. Belki sıkılırsınız ama hiç değilse sıkıntıdan yaratırsınız. Hiç değilse kimse kafanıza sabahtan akşama kadar çekiçle vurmak suretiyle kafanızın içine tecavüz etmeye çalışmaz.
İnşaat teröründen kurtulup yazımı yazabilmek için mahallenin iyi müzik çalan kafesine attım kendimi. Hayır yani Ege kasabası insanı da değilim, metropolden, kültürden, sanattan uzaklaşırsam çıldırırım. Tek arzu ve ihtiyacım metropolde kafamın içinin rahat bırakılması…
Tam yaratacağım kafamda yazının demleneceği boşluğu, bu kez de hiç alakam olmaması gereken bir işi çözmeye çalışırken, bir şirket devri için işçilerin kıdem tazminatını hesaplarken buluyorum kendimi. Hoop gidiyor yine kafadaki boş alan ve bu kez de dünyanın en sıkıcı ve sinir bozucu işiyle doluyor. Ondan da sıyrılıp inşaat gürültüsünün bittiği akşam saatinde evime gelip sükunet müziği ve istediğim ışık düzenini ayarladığımda buluyorum ancak bir miktar boş alan kafada ama artık yazmaya niyetlendiğim konudan ışık yılları kadar uzaktayım sanki.
Stockholm'de ziyaret ettiğim Strindberg'in evine gidiyor aklım; işte orası tam bir kafa boşluğu mekanıydı. Yazarın bıraktığı gibi tutulan o çalışma odası burada yazmaktan başka bir şey yapılması imkansızdır hissi veriyordu.
Strindberg'in evinde yaşıyor olsaydım eğer, yukarıdaki 5+ paragrafı hiç yazmadan direkt NY Times'ta bugün yayımlanan, kendini transgender olarak tanımlayan gençlerdeki müthiş artış üzerine rapordan bahsederek girebilirdim oysa yazıya ve sonra planladığım gibi Stonewall ayaklanmalarının tarihçesiyle devam eder ve Akyaka'da 8-12 Haziran arasında düzenlenen şahane quir etkinlikler dizisi #gökovadabiraradayız'dan çıkardım. Çünkü, Onur Ayı... İstanbul'da gürültünün göbeğinde yaşadığım için beş paragraf sızlanma prelüdü döşenmek zorunda kaldıysam da öyle olacak tabii ki sonuçta.
New York Times'a ulaşan, 2017-2020 arası yapılmış devlet sağlık anketlerinin analizinden elde edilen verilere göre kendini transgender/transseksüel (türkçe çevirisi tartışmalı) ya da cinsiyet tanımlarına uymayan olarak görenlerin sayısı 5 yılda iki kat artarak ülke genelinde 1.6 milyona ulaşmış. Verilerde dikkat çekici olan, bu artışta ergenlerin ve gençlerin payı: 13-17 yaş arasındakilerin yüzde 1.4'ü, 18-24 yaş arasındakilerin yüzde 1.3'ü kendilerini transgender ya da cinsiyet tanımsız olarak kabul ederken bu oran yetişkinlerde 0.5. Nadir de olsa gençler arada böyle ufak tefek umutlar verebiliyor. Cinsiyet ne ayol?
Dünya son birkaç yüzyıldır aşırı heteroseksist takılsa da, bütün farklı yönelimleri kapsayıcı olarak kullandığım ve özellikle q ile yazdığım quirlik insanlık tarihi kadar eski elbette. Antik Yunan'da ve Roma'da 19 ve 20. yüzyıllardaki kadar heteronormativite manyağı değillerdi besbelli ama içinde yaşadığımız devirde, "yeni modern" diyelim, Stonewall ayaklanmaları olmasaydı şimdi ne Onur Ayı'ndan konuşabiliyor olurduk ne transseksüel ergenlerden; ne markaların gökkuşağını bir meta olarak kullanmasını eleştirebilir ne de evlenebilirdik.
28 Haziran 1969'da sabaha karşı saatlerde polis New York Greenwich Village'daki gey bar Stonewall Inn'i bastığında büyük bir direnişle karşılaştı. O güne dek eşcinsel mekanları basmak polisin rutin hobisiydi ve eşcinseller ABD'de Avrupa'dan çok daha büyük devlet zulmüne maruz kalıyorlardı. Cinsel azınlıklara baskı uygulayan düzene ilk açık karşı koyuş sayılan bu olay birçok protestoyu tetikledi ve bugün eşcinsel evliliğin yasal olmasına kadar ulaşan LGBTQI+ hareketin politikleşip güç kazanmasının önünü açtı. Biz bu aralar buralarda pek yürüyemesek de, Onur Yürüyüşleri bu cinsel yönelim politik mücadelesinin tarihi değiştiren olaya selam çakmak için Haziran ayında yapılır.
Ve tabii ki, Haziran ayı bin ton quir etkinliğin ayıdır dolayısıyla. Örneğin bu yıl ikincisi düzenlenen #gökovabiraradayız'da dört gün boyunca kendi quir hikâyeni yazma atölyesinden cinsiyetsiz koku atölyesine, 90'lar konseptli partimsi beden çalışmalarından sergilere, yogadan dj performanslarına, okumalara, film gösterimlerine yok yok… Gidemediğim için kahroldum. Neden gidemedim, çünkü 600 yıla yakındır yerleşilemeyen bir şehirde her gün türlü çeşit saçmalıkla uğraşmaktan asıl yapmak istediklerime "kafa alanı" yaratamıyorum. Fakat burada garip metropol kabusları dönerken orada öyle güzel şeylerin yaşanıyor olması da içimi açıyor.
- Nerdesin aşkım?
- Gökovada bir aradayız aşkım…
İnstagram adresi: @gokovabiraradayız