Ona ulaşamamak, ziyaretine gidip konuşamamak, iki satır bir şey yazıp yollayamamaktan olsa gerek…
Oğuz Güven rüyamdaydı dün gece…
Yine gariptir, hiçbir rüyayı bu kadar net hatırlamam. Ama bu kez her saniyesini ayrıntılarıyla anımsıyor, hatta gerçekmiş duygusu yaşıyorum.
Silivri’deydik ama, sanki bir kütüphanenin içindeydik. Aramızda uzunca bir masa ve masanın üzerinde de notlar alınmış binlerce kağıt. Oğuz’un söylediklerinin hiç birini kaçırmamaya, aklımda tutmaya ve de dostlarına anlatmaya şartlanmışım.
Ziyareti hangi sıfatla yapabildiğime ben de şaşkınım. Oğuz ayarlamış ve nüktedan gülüşüyle, ‘Bak seni buraya nasıl getirdim gördün mü?” diyor.
Bir başka tutuklunun ziyaretçisi, Oğuz’un ricasıyla benim onu ziyaret etmemi sağlamış. Oğuz’a soruyorum ‘Kim bu becerikli şahıs?” diye.. “Adı Hızır” diyor…
Numarasını istiyorum ki bu ziyaret son olmasın, bir daha gidebileyim… Veriyor ama bazen yaptığı gibi kelimeleri ağzının içinde yuvarlayan haliyle… Bir daha soruyorum, bir daha, bir daha… “02..53..” gibi rakamlar söylüyor…
“Görüşmede not almam yasak mı acaba” diyorum. Ama kimse yok ve masanın üstü kalem, kağıt dolu… Ürkek şekilde, etrafa da bakarak numarayı anladığım kadarıyla yazıyorum. Hızır beni yine ziyarete alsın diye…
Şaşırtıcı bir şekilde huzurlu olduğunu görüyorum. Endişesi kızı ve torunu… Onların üzüntüsü…
“Merak etme” diyorum… “Demet güçlüdür. Biz yanındayız. Asıl sen üzülme… Senin de dışarıda ordu kadar dostun var”. Sitem yok, kızgınlık yok, tepki yok ve sadece güler yüzlü bir bakış var karşımda…
Çünkü kendisine yapılanın ‘Adaletin Biçilmesi’ olduğunu biliyor, ömrü boyunca FETÖ ve benzeri teşkilatlanmalarla mücadele eden birinin, ‘FETÖ propagandası yapmak’ suçlamasıyla içerde olduğunu, bu ve benzeri suçlamaların asıl suçlu olanlara yönelik adli tavrı sulandırdığını biliyor. ‘Niyet okuma’ ile tutuklama kararı yazıldığını görüyor. İçi rahat, yüreği ferah ama bir o kadar da adalet duygusunun artık kalmadığı izlenimi ediniyorum.
Rüya bu işte…
İkimiz de o kütüphane gibi yerden çıkıp, kalabalık bir topluluğun içine giriyoruz. Toprak bir alan. Mahkumlar ve ziyaretçiler farklı istikametlere doğru yürüyorlar.
Pazar yeri gibi…
Toprak ama düşmeye çok müsait bir yokuştan aşağı iniyoruz. Ayağımın birkaç sene önce ameliyat edildiğini hatırlayıp, koluma giriyor, düşmeyeyim diye… Ama sohbeti kesmiyor, yine ağzının içinde dolandırıp bir şeyler söylüyor. Ben söylediklerinin hepsi aklımda kalsın diye pür dikkat kesiliyorum.
Demir bir kapıya, yani çıkışa doğru yürüyoruz.
Kapının önüne geliyoruz. Kolumdan çıkıyor ve benim çıkışımı seyrediyor…
Ben düşünceli… “Kimdi o adam? Adı Hızır’mıydı, neydi? Telefonunu doğru yazmış mıydım? Onu nasıl bulurum? Bir daha arkadaşımı görebilmem Hızır’a bağlı…”
Derken uyanmışım…