Yusuf Nazım

21 Haziran 2017

Türkiye’nin kolsuz direnişi

Hayat, meşhur insanların şaşaalı sözlerinden değil, küçük ve inanılmaz olanın, basit ama yalın eylemlerinden alırmış cesaretini

Tarihe, fotoğraflarla düşen notlar olur bazen.

Bir fotoğraf makinesinin deklanşörüne dokunulmasıyla başlar hikâye. Saniyenin milyonda bir kadar süresine sığar, bir şimşek parlamasıyla aydınlanır ortalık. Karanlık bir sükûn içinde, bir an için görünüp kaybolan muktedirin çıplaklığıdır. Şimşek bir an için parlamış ve kral, bütün çıplaklığıyla zuhur etmiştir. Vahim olay, bir çift gözün tanıklığında cereyan etmiş olsa hiç sorun olmayacaktır. Milyonda birlik zamanın ortaya çıkardığı bir gerçeğin, bir fotoğraf karesiyle tarihin hafızasına kazınmasıysa durum başkalaşmıştır. Zıtların çelişkisi, muktedirin çıplaklığı üzerinden, tek bir kişinin tanıklığından kurtulmuş, tarihin müzesinde milyonlarca izleyicinin görüşüne sunulmuştur bile.

Bir fotoğraf tarihe miras kalır

1966 yılı Vietnam’ında olduğu gibi. ABD işgalcidir o yıllarda. Uzak bir kıtadan gelmiş, beğenmediği bir rejimi silah zoruyla değiştirmeye kalkmıştır. Vietnam halkı zorbalığa ve işgale karşı direnmiştir. İşgalcinin, bu küçük ve az gelişmiş ülke halkına boyun eğdirmek üzere, kimyasal ve biyolojik silahlar dâhil denemediği yöntem, kullanmadığı silah kalmamıştır.

Napalm bombasının atıldığı köydeki 9 yaşındaki kız çocuğu Kim Phuc’ın kaçışı, Nick Ut isimli gazetecinin fotoğraf makinesine yakalanmıştır.

Nick Ut Pulitzer Ödülü’nü kazanırken, savaşı ve adaletsizliği anlatmak üzere bir fotoğraf tarihe miras kalır.

*  *  *

Daha önce de yazdım.

Adamın önce kolunu koparmışlar.

Yıllardır cemaat denilen oluşumla kol kola girmiş, aynı yolda, birlikte yürümüşler.

Beraber paylaşmışlar halkın ve devletin malını.

Parsel parsel, kupon kupon bölüşmüşler.

Yurttaşın çocuğu dersane dersane dolaşıp, sınav sınav ter dökerken onlar, devlete kapağı atmanın kolay yolunu çoktan bulmuşlar bile.

On yıldan çok ÖSYS sorularını çalmış, yıllarca KPSS sınavlarında hile yapmışlar.

Derken devlette bürokrat, sanayide iş insanı, kamuoyunda hatırlı kişi olmuşlar.

Sonra ne mi olmuş?

Biz demokrasicilik oyunlarıyla meşgul olurken bu insanlar yıllarca sizi, bizi, hepimizi yönetmişler.

Kimi hastanede müdür olarak çıkmış karşımıza, kimi üniversitede rektör; kimi vali mi dersin, kimi kaymakam mı, yoksa emniyet amiri mi...

Hâkimi, savcısı, daire başkanı ise cabası…

Yıllarca din adına soymuşlar ülkeyi, sömürmüşler, kan kusturmuşlar halka.

İşçiye, kendi bayramını yaşatmamak için yıllarca İstanbul’u gaza boğmuşlar bazıları.

Kimi, öylesine arsız çıkmış ki, önüne bile yatmaya kalkmış hırsızın!

Kimiyse cinayet şebekelerine ortakmış; Hrant Dink’ın katilleriyle iş tutmuş.

Daha ileri bile gitmişler; kimi orduya kumpas kurmuş, kimiyse kozmik odayı basmış.

Ülkenin Genelkurmay Başkanı’nı bile çete lideri yapmaktan geri durmamışlar.

Bazısı esaslı Müslümanmış bunların; Avrupa Birliği’nden sorumlu bakan olmuş. Güya Avrupa’ya sokacakmış bizi. Sonradan anlaşılmış, sabahları piyangodan çeker gibi dua seçer, üfleyip sallarmış, millet ve memleket aşkına. Sonradan anlaşılmış, meğerse makaraya alırmış koca ülkeyi.

Ellerinde devletin bütün olanakları, vaktiyle herkesi dinlemiş, izlemişler bunlar.

Yetmemiş, siyasetçilerin yatak odalarına kadar girmişler; gözdağı vermiş, tehdit etmiş, şantaj yapmışlar.

Öylesine çalışmışlar ki birlikte, öylesine kol kola girmişler, öylesine ortaklarmış ki, el pençe divan durmuşlar liderlerinin önlerinde, hep övgüler dizmişler birbirlerine.

Üstelik öyle beribenzer değil, koca koca salonları, statları doldurmuşlar, salya sümük ağlamış, gözyaşı dökmüşler biat ettiklerine.

Tarihin büyük hazinesidir fotoğraflar

Tarihin büyük hazinesidir fotoğraflar.

Tıpkı, 1973 yılı Şili’sinde olduğu gibi. Salvador Allende, dostu Fidel Castro’dan farklı düşünmektedir. O, bir ülkede silaha başvurmadan, barış içinde sosyalizmin kurulabileceğine inanmaktadır. Bunun için 1970 yılında girdiği başkanlık seçimlerinde yüzde 36,3 oyla Şili’nin başkanı olmuş, 1973 seçimlerinde ise oyunu yüzde 43’e yükseltmiştir. Ne var ki, Şili’nin ve dünyanın egemenleri bunu hazmedemez. CIA’nin örgütlediği Kamyoncular Grevi sonunda Şili Ordusu 11Eylül 1973’te sosyalist Allende iktidarına karşı harekete geçer. Allende, askeri darbeye boyun eğmez, demokrasiyi ve sosyalizmi savunmak için sonuna kadar direnir. Başkanlık sarayı tanklar ve uçaklarla bombalanır. Direnişin son anlarında onu, elinde Fidel’in armağan ettiği silahla Başkanlık Sarayı’ndan çıkarken görürüz. Yine bir fotoğraftır tarihe kalan. 

*  *  *

Oysaki Türkiye’de tek bir fotoğraf karesine sığmaz yaşananlar.

Yıllardır çıkar ortaklığı yapanlar yol ayrımındadır artık.

Sonunda, iş bitmiş, ortaklık bozulmuştur.

Çoğunun ipliği pazara çıkmaya başlar.

Kimi rüşvet yerken yakalanır, kimi para sayma makineleriyle.

İstanbul’u gaza boğan vali mi dersin, şehre zulmeden emniyet müdürü mü, Hrant’ın ölümüne ortak, saygılı emniyet amirleri, subaylar, astsubaylar mı?

Darbeye teşebbüs etmiş, meclisi bile bombalamıştır bir kısmı.

Hepsi birer birer cezaevine girmeye başlar.

Hastanede yönetici, üniversitede rektör, hatırlı iş insanı, eski milletvekili, bürokrat, müdür…

Bir devrin mağrurları, muktedirleri hepsi…

Peki!

Bütün bunlardan Veli Saçılık mıdır sorumlu olan?

Yoksa Nuriye Gülmen ve Semih Özakça mı?

Ya da bütün bu suçların sorumlusu, işinden uzaklaştırılan yüzlerce akademisyen, binlerce memur, öğretmen mi?

Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarları, çizerleri; cezaevine atılan 169 gazeteci mi?

Veya, çeşitli gerekçeler gösterip şehirlerini başlarına yıktığımız, geride kalanlarını hapislere doldurduğumuz, son yüzyılın ötekileri, Kürtler mi?

Gün gelir, bir fotoğrafa sığar tarih

Yer Güney Vietnam. ABD ve müttefikleri işgal etmeye kalktığı Kuzey Vietnam karşısında zorlanır. 18 Ağustos 1966. Ünlü Long Tan muharebesinin sonrası. Avustralyalı askerlerin alışkanlığıdır. Ele geçirdikleri Viet Cong’lu savaşçılara türlü türlü işkenceler yaparlar. Bunlardan birinde, bir Viet Cong savaşçısını, askeri bir aracın arkasına bağlayarak sürüklerler. 

Bir parmak dokunur deklanşöre, bir resim kaydedilir, bir fotoğraf aktarılır tarihin hafızasına.

*  *  *

2017 yılının Haziran ayında Ankara’nın fotoğrafı ise başkadır.

Bir adam, adalet için direnişine tek koluyla devam etmektedir.

Her gün Yüksel Caddesi’ndedir o.

Bu sefer, direnişinin 216.gününde görürüz onu.

Yine bir kolluk ordusu vardır karşısında!

Yine coplu, kasklı, kalkanlı, biber gazlıdırlar.

Yine emir komuta zincirindedirler.

Kolluk ordusu ağır ağır ilerler Veli Saçılık’a doğru.

Veli, her zamanki gibi tek koluyla karşı koymaya hazırlanır.

Oradan bir anons duyulur:

“Yüksel Caddesi, heykel önünde eylem yapan gruba sesleniyorum. Yapmış olduğunuz eylem kanunlara aykırıdır, lütfen dağılınız… Dağılmadığınız takdirde, kademeli olarak zor kullanılarak dağıtılacaksınız!”

Anonsu yapan henüz cezaevinde değildir!

Onun amiri, amirinin müdürü, müdürünün yöneticisi de…

O şehrin emniyet müdürü, henüz bir terör örgütü üyesi iddiasıyla tutuklanmamıştır!

Onun amiri durumundaki Ankara valisi, ya da valinin bağlı olduğu bakan… O da tutuklu değildir. Aksine, talimatları belki de bizzat vermektedir!

Oysaki daha dün, ülkenin en büyük şehrinin eski emniyet müdürü tutuklanmamış mıdır?

Hatırlayın, nasıl da kibirliydi bir zamanlar?

Örneğin eski İstanbul valisi; on beş milyon nüfuslu şehrin en üst düzey yöneticisi.

Darbe girişimi sonrası, terör örgütü üyesi olmakla cezaevini boylamamış mıydı?

Gezi Parkı olayları sırasında az zulmetmemişti halka!

Nefretlerini, Kürt illerinde dağa, taşa, toprağa bulaştıran kaç generale, kaç albaya, kaç binbaşıya, 15 Temmuz günü başkentin ortasında, halkın üzerine bomba yağdırırken suçüstü yapılmıştı?

Hâlbuki bir zamanlar, devletin ve milletin bekası için nasıl da vatanseverdiler hepsi!

Kaç muhterem bakan eskitmişti bu ülke 17/25 Aralık’ta?

Kimi çikolata kutularında götürürken yakalanmıştı rüşveti, kimi bilmem ne ülkesinden özel olarak getirtilmiş kol saatiyle.

Cerahat gibi akmıştı yolsuzluk ve rüşvet ülkenin sokaklarına.

İşte, bir devrin muktedirleriydi bunlar; hâkimi, savcısı, rektörü, emniyet müdürü;  valisi ve kaymakamı; ihalecisi, komisyoncusu, rüşvetçisi…

Hepsi birer birer cezaevinin yolunu tutmuştu.

Bazense bir fotoğrafa benzer tarih

Bu sefer yıl 1968. Meksika Olimpiyatları’nın 200 metre ödül töreni. Amerika Milli Marşı okunmaktadır. Kürsüde, çıplak ayaklı iki zenci atlet; Tommie ve John, siyah meşin eldivenli yumruklarını sıkarak havaya kaldırırlar. Ayakları çıplaktır. Avustralyalı beyaz atlet Peter Norman ise, göğsünde ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi’ hareketinin rozetini taşımaktadır. Bu üç cesur atlet, Amerika’daki ırkçılığı ve zenciler üzerindeki eşitsizliği protesto etmektedirler. Stat beklenmedik bu eylem karşısında birden buz keser. Olimpiyat Komitesi bu üç atleti anında linç eder, spor yaşamlarını sona erdirir. Geride kalan bir fotoğraf ise onları, dünya insan hakları mücadelesinin tarihine altın harflerle yazar.

*  *  *

Veli Saçılık.

Yukarıda saydığım suçların hiç birini işlememiştir.

Hiç birinin yapılmasında ufacık bir rolü dahi olmamıştır.

Aksine, tüm bu suçlar işlenirken o, onurlu bir yurtsever gibi karşı çıkmış, mücadele etmiş, bağlı olduğu sendikayla birlikte kavgasını vermiştir.

Peki, sonunda ne mi olmuştur?

Sosyolog Veli Saçılık’a, devletteki işinden el çektirilmiştir!

Sadece ona mı?

Daha yüzlerce, binlerce Veli’ye, Semih’e, Nuriye’ye…

At izinin it izine karıştığı bu güç dalaşında ekmeğinden, işinden edilmişlerdir onlar.

İşte bunun için ekmek kavgasında Veli.

Bugünlerde her gün Ankara’da, Yüksel Caddesi’ndedir.

Hem kendisinin, hem de açlık grevindeki arkadaşlarının kavgasını veriyor.

Akademisyen Nuriye Gülmen, öğretmen Semih Özakça’nın kavgasını.

Onun kavgası, işini ve ekmeğini kaybeden herkesin kavgası.

Onun yüreği, bütün KHK mağdurlarının yüreği.

Sadece kendisi için değil, ülkenin bütün mağdurları için direniyor o.

Cop yiyor, yerlerde sürükleniyor; üzerine biber gazı sıkılıyor, zehir kusuyor, plastik mermilere siper ediyor etlerini.

Bir tarafta darbeyi yapanlar, rüşvet alanlar, ihale kaçıranlar, yolsuzluğa karışanlar; hilebazlar, milleti makaraya alanlar, hırsızın önüne yatanlar ve tüm bunlara sebep olanlar...

Öbür tarafta ise, bir ateş denizinin içinde canını dişine takmış, hakkını arayan tek kollu bir adam!

İnsan, böyle bir durumda derdini nasıl anlatabilir ki?

Kelimelerle tabii…

Peki ya, kelimeler anlamını çoktan kaybetmişse?

Ahlak, vicdan, haysiyet, onur, riyakârlık sözcüklerinin hükmü yoksa?

Sorular kifayetsiz kalıyorsa artık?

İnsanlar, kurumlar, sözler, verilen emirler, demeçler, ajans haberleri, bildiriler…

Yalan sözcüklere sığınıyorsa hemen her şey?

Kolluk hala bu kadar acımasızsa!

Devletin ve milletin bekası adına, her seferinde bir ordu gibi yürümeye devam ediyorsa tek koluyla direnen Veli’nin üzerine?

İşte, Yeni Türkiye’nin fotoğrafı bu!

Veli Saçılık!

Bir kolluk ordusunun önünde, tek başına!

Pulitzer Ödülü’ne, ya da başka bir ödüle aday olur mu, bilmem.

Bir kolu devletin hapishanesinde koparılmış bir adam.

Ankara’dan, tüm ülkeye cesaret bulaştırmaya devam ediyor.

Kolsuz bir direnişin adı o!

Ne denebilir ki?

Hayat, meşhur insanların şaşaalı sözlerinden değil, küçük ve inanılmaz olanın, basit ama yalın eylemlerinden alırmış cesaretini.

Bugünler elbette geçer, sorunlar çözülür, kavga da biter.

Zamanın kalın perdesi birçok şeyi örter.

Hayatlarını, haklı davaları uğruna bir ateş denizine atanlar ise kolay unutulmazlar.

Birisi çıkar şarkısını söyler, birisi direnir, birisi de deklanşöre basar.

Tarihe kalansa bir fotoğraf olur.