Acılar kalbimizi, ihanetler ruhumuzu, yalanlar ise tarihimizi kanatır.
27 Şubat 1933. Berlin, Almanya.
Gökyüzü turuncudur. Yükselen alevler karanlığı yer yer kırmızıya boyamaktadır. Berlin semalarını aydınlatan yangın, Alman Parlamento binası Reichstag’tan yükselmektedir.
İddia odur ki, yangını komünistler çıkarmıştır. Aynı gece, komünist olduğunu söyleyen 24 yaşında Hollandalı bir genç yakalanır. Adı Marinus van de Lubbe’dir. Marinus, yangını suçunu itiraf eder…
Adolf Hitler başta olmak üzere, Joseph Goebbels, Hermann Goring gibi ünlü Nazi liderleri parlamento binasının önüne gelmiştir bile. Orayı miting alanına çevirirler. Hitler konuşurken köpürmektedir. Uluslararası komünizmin bir kokteyl örgütü tarafından bu eylemin, Almanya’ya karşı yapıldığını ileri sürer. Devamla, “bundan böyle acımak yok, önümüze geçenin kafasını keseceğiz!” der.
Naziler, parlamento yangınından komünistleri ve sosyal demokratları sorumlu tutar.
Ertesi gün ünlü “Reichstag Yangını Kararnamesi” çıkarılır. Anayasa askıya alınır, polise gerekçesiz gözaltına alma yetkisi verilir, sanıkların avukat desteği bile sınırlanır. Siyasi toplantı ve mitingler yasaklanır, ifade hakkı son derece kısıtlı hale gelir, basına sansür uygulanır, muhalif basın tümden yasaklanır. Büyük bir cadı avı başlatılmıştır. Alman Komünist Partisi’nin 81 milletvekili tutuklanır. Sonraki günlerde 100 bin dolayında komünist ve sosyal demokrat parti üyesi aynı tutuklamalardan nasibini alır. Komünist Parti adeta seçim çalışması yapamaz hale gelir.
1980 yılında, Marinus’un kardeşinin yaptığı başvuru üzerine Recihstag Yangını yeniden soruşturulur. Yapılan yargılamada yangının, binanın birçok yerinde aynı anda başladığı ortaya çıkar. Yangında, kundaklamayı başlattığına dair Marinus’un ilk alınan ifadesinin dışında hiçbir kanıt bulunamaz. İlk yargılamada, akli dengesinin yerinde olduğuna dair rapor da kaybolmuştur. Marinus beraat eder. Komünist Partisi’nin kurduğu bir komisyon ise onun, partili hiç kimseyle ilişkisinin olmadığını ortaya çıkaracaktır…
Cesetlerin kamyonlarla taşındığı kent: Temraşvar
1990’lara yaklaşırken Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov eliyle yapılan “reformlarla” mevcut sistemi terk etme çabaları hızla sürmektedir. Doğu Bloku ülkelerinde istikrarsızlıklar hüküm sürmektedir. 20 Aralık 1989 günü Yugoslav Tanjug Ajansı tarafından dünyaya ilginç bir haber geçilir. Haber, sosyalist ve kapitalist blok arasına sıkışmış, bir süredir yönünü Batı’ya doğu çevirmekte olan Romanya ile ilgilidir.
Ajans, Romanya’nın Temaşvar kentinde, 17 Aralık 1989’daki olaylarda “2000 dolayında” kişinin öldüğünü, sokakların kan gölüne döndüğünü, yağan şiddetli yağmurun bütün kanı alıp götürdüğünü” bildirmektedir. Avusturya TV’si “kamyonların metreküplerce ceset taşıdığını” görüntülerle verir. Doğu Alman Haber Ajansı ADN ise, “Temeşvar’da içinde 4630 ceset bulunan bir toplu mezar ortaya çıkarıldığı” haberini bütün dünya telekslerine geçer…
Ertesi gün “Çavuşesku’nun Temeşvar Katliamı” 72 dilde manşetten yayınlanır. Beraberinde, ortaya çıkarılan cesetler, üzerinde işkence izleri olan ölüler, devam eden mezar kazma çalışmaları, 1200 cesetten söz eden Romen doktorun tanıklığı… Bütün bunları, Romen gizli polisinin şehir suyunu zehirlendiği haberleri takip eder… Dünya kamuoyu ve Romanya halkı şoktadır…
Sonuç, dehşete kapılan bir halk, panik halinde parçalanan ordu, provokasyonla devam eden bir iç savaş… Ve nihayet, olayların başlamasından henüz 6 gün sonra Başbakan Nikolay Çavuşesku ile eşi Elena’nın kurşuna dizilmesiyle kaderi değişen bir ülke…
Oysaki gerçekler, ortaya çıkmak yönünde daima ısrarcıdır. Bunun için sadece biraz zaman gereklidir.
Ortaya çıkacaktır ki Temeşvar’da söylendiği gibi bir katliam olmamıştır! 4 askerin linç edilmesiyle başlayan olaylarda ölenlerin sayısı olağanüstü abartılmıştır! Toplu mezarlara ait diye gösterilen 18 ceset, açılan morg mezarlığındaki kadavralara aittir. Bu durumu bizzat yerinde gözleyen gazeteci Walter Ellis, İngiltere’nin ünlü gazetesi The Sunday Times’ta bunu yazacaktır.
Gerçekler kimi zaman dehşet vericidir. 4 Şubat 1990 tarihli The Independent on Sunday’ın sayısında ise, başka bir gerçek gün yüzüne çıkacaktır. 17 Aralık’tan yılbaşına kadar tüm Romanya’da ölenlerin toplam sayısı sadece 71’den ibarettir! Bunların da önemli bir kısmının, mevcut rejimi savunan asker ve siviller olduğu tahmin edilmektedir...
Irak’ın kimyasal silahları
2 Ağustos 1990. Irak Ordusu Kuveyt’i işgal etmiştir.
Dünya medyasında peş peşe Irak askerlerinin Kuveyt’teki mezalimini anlatan görüntüler yayınlanmaktadır.
Yaklaşık iki ay sonra, 10 Ekim tarihli ABD Kongresi İnsan Hakları Komisyonu önünde 15 yaşında bir kız çocuğu ağlayarak konuşma yapmaktadır. Adı Nayır El-Sabah’ tır. Gözyaşları içinde hıçkırıklara boğulan çocuk, “Irak askerlerini gördüğünü, hastaneye geldiklerini, kuvözlerdeki bebekleri çıkararak betona bıraktıklarını, kuvözleri ise alıp gittiklerini” anlatmaktadır.
Haber dünya medyasında canlı olarak yayınlanır ve şok etkisi yapar. Olay, Kuveyt’teki Al-Adnan Hastanesi’nde geçmektedir. Hastanedeki kuvözlerin sökülerek Irak’a götürüldüğü, içlerindeki 312 çocuğun ise Iraklı askerler tarafından yerlere atılarak ölüme terk edildiği haberleri paylaşılmaktadır.
Irak Ordusu’nun marifetlerini anlatan başka haberler de vardır. Bunlardan bir tanesi de, petrol kuyularının ateşe verilmesiyle ilgilidir. Ajanslar, büyük bir çevre felaketinin yaşandığını, petrole bulanmış, can çekişen bir karabatak eşliğinde vermektedir. Haber, dünya kamuoyunda büyük bir acıyla izlenir...
Üç yıl sonra dünya medyasında, bu sefer Irak’ın sahip olduğu kitle imha silahlarının dünyayı tehdit ettiği haberleri yayılacaktır. ABD ve İngiliz medyası, kimyasal silah depolarının yerlerini gösteren uydu görüntülerini bile yayınlar.
Sonuç; İlkinde 37, ikincisinde ise buna yakın ülkenin katıldığı koalisyonla Irak’a karşı yürütülen kanlı bir savaştır. Savaşta 1 Milyon insan ölür, 4 milyon 700 bin sivil yerinden olur. Irak devleti büyük ölçüde çözülür. Ardından doğacak boşlukta IŞİD ve benzeri cihadist örgütler serpilip gelişecektir... Tanrılar, cehennemin kapısını artık aralamıştır. Ortadoğu ve dünyanın kanla, ateşle, acıyla kavrulmaya başladığı bir dönemdir bu…
Oysaki gerçeklerin, ortaya çıkmak gibi huyları vardır. Yıllar sonra BM raporları Irak’ta hiçbir kimyasal silah bulunmadığını ortaya çıkaracaktır. Uluslararası basına servis edilen uydu görüntülerinin tamamının sahte ve kurgudan ibaret olduğu anlaşılır. Dünya medyasında, hüzünlü bir müzik eşliğinde, dramatize edilerek verilen petrole bulanmış karabatak görüntüsünün Irak’taki petrol kuyularıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Zavallı karabatak, petrol sızdıran bir tankerin Kuzey Denizi’nde yol açtığı deniz kirlenmesinin ürünüdür. Görüntü, Fransa sahillerinde can çekişirken kaydedilmiştir.
15 yaşındaki Nayirah El-Sabah’a gelince. Çocuk, hiçbir zaman adı geçen hastanede bulunmamıştır. Ortaya çıkacaktır ki O, Kuveyt’in ABD’deki büyükelçisi Saud Nasser El Sabah’ın kızıdır. ABD Kongresi’nde yaptığı konuşma planlanmış bir senaryodur ve kuvöz hikâyesi CNN tarafından uydurulmuş koca bir yalandan ibarettir…
Büyük güçler, dünyayı istedikleri gibi yönetebilmek için büyük yalanlara ihtiyaç duyarlar. Bunun için de büyük medya imparatorluklarına sahip olmak isterler.
ABD’deki Kamu Dürüstlüğü Merkezi’nin yayınladığı rapora göre 2003’teki ikinci körfez savaşında Bush yönetimi 935 yalan haber kullanmıştır.
Yarın, “Tarihi kanatan yalanlar-2, Selanik’ten ezana”