Yusuf Nazım

07 Ekim 2018

Ömrümüzü bir dalından daha kırdılar

"Bin yerinden, bin kez daha çürüdü, koktu o hileli karanlık. Bir kez daha ömrümüzü bir dalından kırdılar"

Polikliniğin kapısını açtı, hasta kalabalığının karşısına öfkeyle dikildi.

“Daha dün, bir arkadaşımız öldürüldü!” diye bağırdı.

Sesi ağlamaklıydı. Beyaz önlüğü altındaki bedeni titriyordu.

“Bu sağlık sistemini biz yaratmadık!” diye devam etti. “Biraz önce bir baba, okula gitmeyen çocuğu için benden rapor istedi. Ettiğim yemini çiğnemedim! Sahte teşhis koymadım! Rapor vermeyince, ‘çocuğumun istikbaliyle oynamak neymiş, sana göstereceğim’ diye beni tehdit etti!”

Kalabalık şaşırmıştı. Her daim kendilerinden ilgisini, şefkatini esirgemeyen, dünya tatlısı doktorlarını ilk defa böylesine kızgın, öfkeli görüyorlardı...  

“Daha dün, had bildirmeye gelen başka biri tarafından, bir canımıza daha kıyılmışken! Üstelik arkadaşımızın bedeni, toprağın altında henüz soğumamışken!”

Ayakta, yumruklarını sıkmış, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu.

“İşte bunun için vuruluyoruz biz! İşte bunun için ölüyoruz! Sahtecilik yapsak, suç işlemiş olacağız! Hastanın istediğini verirsek yakamıza devlet, vermezsek ölüm yapışacak!”

Yarım saat geçmemişti. Odasında, hastasının sırtını dinliyordu…

Hasta değil, sadece bir müşteriydi o

“Alo” dedi…

Matem havasında aktı sözcükler, bir taraftan bir tarafa…

Dr.Fikret Hacıosman’ın basın açıklamasından henüz gelmişti. Sesi ağlamaklıydı, sitem doluydu.

“Bizi, mesleğimizle baş başa bıraksalar,” dedi, “mesleğimizi ve insanlara şifa vermeyi seviyoruz.”

“Dün, güne nasıl da mutlu başlamıştım hâlbuki. Kucağında koca bir demet çiçekle teşekküre gelmişti bir hastam. Kanserdi. Erken dönem bir vaka. Vaktinde teşhis koymuştuk. Tedavi görmüş, iyileşmiş, yenilenmişti. Yüzünde çiçekler açmış gibiydi;  ‘Ömrümü sana borçluyum doktor hanım’ dedi.”

Derin bir iç çekti telefonda. Görsem, emindim; bir yanında kocaman bir tebessüm, öbür yanında buruk bir hüzün saklıydı yüzünün.

“Hayatımda aldığım en büyük hediyeydi. Oysaki bilmiyordu, sistemin gözünde hasta değil, sadece bir müşteriydi o.”

Endişesi boşuna değildi. Kendi günahlarını sağlık çalışanlarının sırtına yıkmaya çalışan bir sistem üremişti. Böyle bir sistem tarafından kışkırtılan, cehaletle aklı bulanmış insanlar çoktu. Birazdan, histerik çığlıklarla biri içeri girebilir, ateşli bir silahla canına kıyabilirdi...

Damarlarındaki kan, iyice boşalsın diye bekledi başucunda

Başka bir telefon:

Alo” dedi karşıdaki. Telefonun öbür ucundaki ses titriyordu:

“Günde bazen 60, bazen 80, bazen 100 hasta bakıyoruz” dedi. “Dünya Sağlık Örgütü, bir hastayı ortalama 20 dakikada muayene edebilirsiniz, diyor… Sonuç ne? Günde 80 hastaya bakıyorum. Bunun için ara vermeksiniz günde 26 saat çalışmam gerekir…”

Kısa bir sessizlik oldu… “Bu kaçıncı ölüm?” dedi, ekledi, “Hemşerimdi, lütfen yaz!”

Dr.Ersin Arslan. Gencecik bir cerrah. Sene 2012. Yirmi dokuz yaşında, Gaziantep’te görev yapıyordu…  Görev yaptığı hastanede günlerdir tehdit altındaydı…”

Yutkunarak devam etti. Genç bir çocuk, onu öldüreceğim demiş, on gün boyunca, hastanede köşe bucak fırsat kollamıştı. Dr.Ersin ne korkmuş, ne de yılmış; idareyi bilgilendirerek görevine devam etmişti…

Ölüm bir kez daha şaşmamıştı hedefinden. Aynı hasta yakınının bıçak tutan eliyle almıştı onun canını. Katili, damarlarındaki kan, iyice boşalsın diye beklemişti başucunda…

Sonradan, katil zanlısının, ölen dedesinin emekli maaşını alamayacağı için doktoru öldürdüğü anlaşıldı.

Tabutunun arkasında, altı aylık hamile eşinin “Bizi bırakıp nereye gidiyorsun!?” diyen çığlıkları kaldı.

Bazen altını temizler, bazen damarını açar, bazen de gözyaşını sileriz

Aradığımda hasta bakıyordu, “bugün 81 hastam var” dedi. Öyle yoğundu ki, birkaç sözcük konuştu, telefonu hemen kapattı. Bilgisayarda, Messenger’dan yazışıyorduk.

Bazı sorularım olacak, dedim ona. “Sen yaz” dedi, “fırsat buldukça yanıtlarım.”

Sağlıkta şiddeti sordum; performans sistemini, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı…

“O kadar çok ki” diye yazdı; “her gün birimiz öldürülüyoruz.”

Ancak yarım saat sonra gelebildi devamı:

Hangi birini anlatayım ki sana?” diye ekledi. “Geçenlerde, Urfa’da kafasını kaldırım taşıyla parçaladılar Doktor Bahattin Ahmet Yalçın’ın.  Çocuğunun ateşi düşmedi diye, bir baba yaptı bunu üstelik.”

Aralıklarla devam etti cümleleri:

“Bugün servisteydik örneğin. Bir kadını anjiyodan çıkarmışlar. Kadınlar, yataklarında sıra sıra bekliyorlar. İçlerinden biri ağlıyor. Çocukları gelmemiş; gözyaşları seller sular… Görsen; bir doktor, bir hemşire, bir de temizlik işçisi sırayla siliyorlar gözlerini. ‘Teyzem ağlama’ diyorlar; ‘haber ettik, gelecekler’ diye teselli ediyorlar onu…

İşte böyle; bazen hastanın altını temizler, bazen damarını açar, bazen de gözyaşını sileriz biz...”

Nice zaman sonra geldi devamı:

Prof.Dr.Göksel Kalaycı ‘yı duydun mu? İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dalı Başkanı’ydı. Hastanenin otoparkında başından vurdular onu da…”

“Giresun’dan Dr.Ali Menekşe’ye ne demeli? O da göğüs hastalıkları uzmanıydı. 51 yaşındaydı. Doğum günü, aynı zamanda ölüm günü oldu onun.”

Aralıklarla devam etti yazışmamız:

“Geçen ay bir endüstri mühendisini gönderdiler hastaneye. Neymiş efendim, kâr zarar hesabı yapacakmış; maliyet hesabı, verimlilik hesabı… Hasta ile hekim arasındaki mesafeyi, derin derin nefes alıp vermenin süresini, yemek zamanlarından kalan zamanın bakiyesini ölçecekmiş...”

“Ne oldu, sonunda getirdiler performans sistemini. Unutun bütün bildiklerinizi, öğrendiklerinizi, etik değerlerinizi; Hipokrat yeminini unutun, dediler.”

Bu doktorları boşuna öldürmüyorlar

Yine bir telefon görüşmesi:

“Acilde 3 doktoruz” dedi karşıdaki, “adeta savaş veriyoruz. Bir günde 1300 hastaya baktık, karşılığı ölüm mü olmalı? Sık sık konuşmalarını duyuyoruz, ‘bu doktorları boşuna öldürmüyorlar” diye. İşte, bu koşullarda çalışıyoruz biz!”

İstanbul, Samatya’da Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acip Tıp Birimi’nden Dr.Melike Erdem’den bahsediyor.

Yoğun mesai, 1-2 dakikada “müşteri(!)” memnuniyeti, sağlık kurumu değil, kar-zarar hesabı, sağlıkta dönüşüm, ticarethane… Üstüne üstlük birde şikâyet hatları…

İşte böylece tanıdım Doktor Melike’yi de:

Otuz yaşındaydı, uzmanlık eğitimi görüyordu. Şikâyet hattının telefonu, arsızca çaldı bir gün. Hiç zaman kaybetmedi hastane yönetimi. Yazı yazdı, savunma istedi. Oysaki 48 saattir nöbetteydi Melike. Yorgundu, uykusuzdu, kim bilir tükenmişti Melike. Çalıştığı hastanenin 6.katına çıktı, kendini boşluğa bıraktı Melike. Otuz yıllık ömrü, beton bir zemine çakılı kaldı.

Öldüğünde, henüz tamamlanmamış savunması vardı elinde.

Eylül, mevsimlerin sarıya boyanmış gülü

Fikret Hacıosman.

İnsandı. Çocuk ruhluydu. Hekimdi, eşti, sevgiliydi. Mesleğinde başarılı bir psikiyatrist idi o.

Babaydı her şeyden önce; onun da çocuğu vardı. Kucağına alır, öper, koklardı. Onunla çocuk olur, onunla çocuk gibi güler, çocuk gibi oynardı.

Hep dürüst ol, derdi bu hayatta, hiç korkma! Kim olursa olsun affetmeye çalış; hep iyi davran insanlara, öfke ve kin tutma!

Kendisi de hep öyle yaptı. Kim bilir, kaç insanın hayatına dokundu, ömür verdi, şifa oldu; 32 yıl içinde kaç can kurtardı? Hep hayat doluydu gülümsemesi; şefkatli, müşfik, sevecen... Bakışlarında, yeni doğmuş bir çocuğun masumluğu vardı.

*  *  *

Eylül sarıydı, hüzünlüydü.

Eylül, mevsimlerin sarıya boyanmış gülüydü. Bir daha görememek, duyamamak, sevememek korkusunun öteki yüzüydü Eylül.

Eşinin doğum gününü, Eylül’de kutlamışlardı.

Eşinin adı Mutlu’ydu. Mutluluk resminin altına şu yazı düşülmüştü:  

''Başımı yaslayabileceğim tek güvenilir omuz. İşte, en büyük doğum günü armağanı bu!”

Birlikte kutladıkları, son doğum günü oldu bu onların.

Dokuz gün sonrasıydı…

Hayat yoldaşının elinden, başını yasladığı en güvenilir şeyi aldılar. Onu, bir sonbahar günü çocukluğundan kopardılar!

Bir kez daha dilimizde hoyratça kanadı kelimeler. Bir kez daha, en ince yerinden kanadı yüreğimiz.

Bin yerinden, bin kez daha çürüdü, koktu o hileli karanlık. Bir kez daha ömrümüzü bir dalından kırdılar.