Yusuf Nazım

17 Ekim 2020

Ölü bir Kürt'le söyleşi

Söyler misin savcı bey, ölü bir Kürt’le görüşmemde bir sakınca var mıdır? Aklımda, birbirinden esrarlı, birbirinden kuşkulu, türlü türlü sorular. Sahi, ölü bir Kürt’e soru sormak yasak mıdır savcı bey? Servet Turgut öldü!

Haber ağır ağır sızdı.

Satır satır büyüdü ülkenin gündemine.

Sözler tedirgin, manşetler çekimser, başlıklar ürkekçeydi.

"Van’ın Çatak ilçesinden…" diye başladı bir haber; sonra "Şırnak, Beytüşşebap…" diye devam etti…

İki köylü gözaltına alınmıştı!

Sonra, tanıdık sözcükler yürüdü üzerimize; "operasyon, askeri helikopter, kayıp, hastane, yoğun bakım…"

Bıçak açmadı ağızları bir süre, çıt çıkmadı.

Suçlamalar muhatapsız, iddialar karşılıksız, sorular hep yanıtsız kaldı.

Derken…

Derken; "Servet Turgut öldü!" dedi bir ses!

"Servet Turgut öldü! Osman Şiban ise, hafızası kayıp, ağır yaralı!"

Derhal devlet katında el konuldu olaya; valiler teyakkuza, savcılar hazır ola geçti; soruşturmaya ışık hızıyla gizlilik getirildi; kelimeler mühürlendi, sözler yasaklandı…

Servet Turgut

"Kürt’ün ölümü"

"Kürt’ün ölümü"nü yazmak istemiştim oysa ben.

Olmadı, yazamadım!

Şimdi kalbim kırık sözcüklerle dopdolu, ziyankâr sözlerin yurdu.

Şimdi, yetim sözcükler biriktiriyorum belleğimde.

Yarım kalmış heceler durmaksızın birbirini çekiştiriyor.

Hafızamda, yakın bir zamana ait, meçhul bir diyardan bölük pörçük izler.

Madem sözcükler böylesine tehlikeli; madem dirisiyle görüşmek yasak; o halde, ölü bir Kürt’le söyleşmeliyim ben!

Söyler misin savcı bey, ölü bir Kürt’le görüşmemde bir sakınca var mıdır?

Aklımda, birbirinden esrarlı, birbirinden kuşkulu, türlü türlü sorular.

Sahi, ölü bir Kürt’e soru sormak yasak mıdır savcı bey?

Servet Turgut öldü!

Çocukları yetim, torunları dedesiz kaldı.

Kürt’ün coğrafyasında babasız kalmak, ne demektir, bilir misiniz?

Sur diplerinde, sokak köşelerinde, çocuk gözlerinde büyür hayalleri onların.

Büyüdükçe köyde ırgat, şehirde gündelikçi, uzak diyarlarda mevsimlik işçi olurlar.

Ne taştan çıkarmak mümkün olur ekmeklerini, ne de topraktan.

Velev ki çocukturlar; gün olur, kolluğa taş atar; gün olur hapis yatar; kamera görmeyen tenhalarda körpecik bedenlerine bin bir türlü kötülük akar.

Sonra, ya eşkıyaya çıkar adları, ya da kaçakçıya.

Hayalleri, daha kendileri büyümeden ölür çocukların.

Beyoğlu’nda tinerci bir genç olarak da çıkar karşımıza; bir çantacı, ya da yankesici olarak da…

Sağ gitti, ölü döndü geçende!

Servet Turgut öldü!

Osman Şiban ise ağır yaralı.

"Kayalardan düştü" dedi vali bey.

Kaç çocuğu yetim kaldı, kaçı gurbet elde, kaçı işsiz, öğrenci, bunu söylemedi.

Henüz sevmelere doyulmamış kaç torun bıraktı geride, bunu da söylemedi.

Onlar için "helikopterden atıldı" dediler de, inanmadık.

Aslı astarı var mıydı, bilemedik.

Onlar yoğun bakımdayken beyler, paşalar dayanmıştı hastane kapısına; sorduk soruşturduk, öğrenemedik.

Lakin tek bir şeyi anladık:

Tarlasında, önünde torbası, çuvaldızı elinde; 64 yaşındaydı Servet Turgut, sağ gitti, ölü döndü geçende!

Şimdi bütün sözler sakıncalı.

Şimdi yasak sözcükler dizilmiş boğazıma, düğüm düğüm.

Şimdi aklımın çengeline takılmış türlü türlü sorular, içimde önlenemez bir merak.

Çaresiz, ölü bir Kürt’le konuşmak istiyorum.

Sahi, ölü bir Kürt’le konuşmak nasıl olur sizce?

Savcı bey bir şey der mi?

Ölü bir Kürt’le konuşursam, kızar mı?

Onunla bir röportaj yapsam, malum manşetlerde yer var mı?

Hiçbir şeyden, ama hiçbir şeyden emin değilim.

Sorsam, aklımdaki sorular yanıt bulacak mı, bilmiyorum.

Sormasam, beni yiyip bitirecek bu merak, kendiliğinden kaybolacak mı, bunu da bilmiyorum.

Bildiğim tek şey var! Bilmekten emin olduğum şey; gerçek neyse, onu bilmek, onunla yüzleşmek istiyorum!

Bunun içindir ki, söylenmesi günah, haram sözcükler biriktiriyorum ezberimde.

Birbirinden gizemli, birbirine uzak, birbirinden saklı sözcükler.

Her şeyden öte, bütün bilmediklerimi, ölü bir Kürt’ten öğrenmek istiyorum!

Taş olsa dile gelir, beton olsa duyardı

Servet Turgut öldü!

Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesindendi; Çığlıca köyünün Yoğurtlu mezrasından.

Elinde çuvaldızı, yanında torbaları vardı.

7 çocuk büyütmüş, 8 torun sahibiydi. En küçük torunu 6 aylıktı, 2 ay önce gitti, kucağına aldı; öptü, kokladı, sevdi…

Bir gün askerler bastı tarlasını, alıp götürdüler onu. Osman Şiban ile birlikte bir helikoptere bindirdiler.

Yakınları feryat figan etti, çığlıkları arşa ulaştı.

Taş olsa dile gelir, beton olsa duyardı, lakin kimsecikler duymadı.

20 gün sonrasıydı. Kemikleri kırılmış, ciğerleri patlamış, beyni parçalanmış olarak hastanede öldü!

Osman Şiban ise hafızasını kaybetti.

Vali bey hemen açıklama yaptı; cümle resmi erkân, haber ajansları, manşetler yan yana dizildiler;

"Kaçıyordu, kayalardan düştü" dediler…

* * *

Şimdilerde sözler sakıncalı.

Şimdi tekmil ajanslar görev başında; bütün sesler kısılmış, sorular karşılıksız.

Bense uzaklardayım.

Boğazımda düğüm düğüm kalmış bir sözün tam ortasındayım.

Aklım, yaralı sözcüklerde; bir korku ikliminden sıyrılmış endişeli, tedirgin ve cılız seslerde.

Yüreğimde soğuk bir ıssızlık, ruhumsa uzak diyarların izbeliklerinde.

"Osman Şiban sana ne oldu?

Gözlerin niye böyle kan çanağı, yüzün mosmor, beynin kanamalı?

Peki ya sen; Servet Turgut?

Söylesene neden öldün?

Ciğerlerin niye böyle pare pare; kafatasın çökmüş, vücudunda kırılmamış kemik yok?

Ya askerler, operasyon, helikopter?"

Peki ya çocukların, torunun; tarlan, tırpanın, çuvaldızın, torban…"

* * *

Sorular, sorular, sorular...

Zaman, bir şimendifer gibi geçiyor üzerimden, bir şeyler yapmalıyım.

Yüreğime mıh gibi saplanmış o şeyi, çekip çıkarmalıyım.

Sayın savcı ne der, ne düşünür, bilmem?

Havsalamda henüz söylenmemiş sözler, dudağımda yarım kalmış kırık dökük sözcükler.

Oralarda bir yerlerde, çoktan derdest edilmiş bile gazeteciler.

Oysa ben, "Kürt’ün ölümü" nü yazmak istemiştim!

Şimdi anlıyorum, belli ki yolu yok bu girdaptan kurtulmanın.

Başka yolu yok yüreğime saplanmış o şeyi, çıkarıp atmanın.

Bu yüzden "Kürt’ün ölümü" nü yazmaya başlamışken, son sözümü söylemek istiyorum.

Varıp mezarına, ölü bir Kürt’le söyleşmek istiyorum!