Can Dündar ve Erdem Gül tahliye edildi.
Geleceğe, vazgeçilmez bir tutkuyla bağlı onurlu insanların ısrarlı mücadelesi, onları, öğütülmek üzere içine atıldıkları iktidar erkinin demirden dişlileri arasından çekip aldı.
Kendi Genelkurmay Başkanını çete liderliği, gerçeğin peşinde koşan gazetecileri ise casus yaftasıyla yargılama kepazeliği şimdilik son buldu.
Güçle zehirlenmiş, cehaletle kutsanmış, kural tanımaz bir iktidar gücünün gerçeği, akıl almaz bir şekilde demir parmaklıklar ardına, şuursuzca hapsetme gösterisiydi bu.
Çok sevinemedik!
Nicedir devleti hileyle, şerle baştan aşağı ele geçirmiş bir muktedir gücün, gözü dönmüş tahammülsüzlüğü buna fırsat tanımadı.
Onları, gözünü kırpmadan demir parmaklıklar ardına fırlatan güç, iki gazetecinin, sevinçlerini paylaşmaya çalıştıkları İMC televizyonunun kablosunu, canlı yayındayken çekip kopardı.
Can ve Erdem’in, artık esamesi bile okunmayan basın özgürlüğü hakkında birkaç cümle kurmak, ya da hukuk denilen şeyin son kırıntılarıyla avunmaktı niyetleri.
Tüm bunlar adına sevinmeye çalışan Can Dündar ve Erdem Gül’ün gözlerindeki sevinç ışıltısı, canlı bir yayında aniden sönüverdi.
Belli ki, temel kaygıları mülkten, kazançtan, sermayeden bağımsız, halkın doğru haber almasını ilke edinmiş, ağırlıkla Kürt illerinde izlenen İMC TV’yi susturmaktı amaçları…
Güdümsüz, bağımsız, yansız yayın yapan birkaç televizyondan birisini daha, ele geçirdikleri uydu firmasına verdikleri talimatla engellemek…
Belli ki gerçeğin daha fazla dillendirilmesine izin vermek istemiyorlar…
Çünkü korkuyorlar!
Korktukça, zulmü daha çok artıyor zalimin.
Gerçeği, halka ulaştırmaya tam teşebbüsten, ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliye edilmesi hiç bir şeyi değiştirmiyor, değiştirmeyecek.
Trabzonlu Rum'dan, Sivaslı Ermeni’den, Mardinli Süryani’den korkuyorlar!
Evet, korku!
İşledikleri suçların, kıydıkları canların; rüşvetle, yolsuzlukla edindikleri servetlerin hesabını bir gün verecek olmalarının korkusu bu.
Bu yüzden kaygılılar; her olaydan kuşku duyuyor, her şeyden korkuyorlar!
Özerk üniversitelerden, akademisyenlerden, bilim insanlarından, onların kürsülerinden, dilekçelerinden korkuyorlar!
Örneğin kadınlardan korkuyorlar!
Fetvalar veriyorlar onlar için; kadınların sesinden, neşesinden, giysilerinden, kahkahalarından korkuyorlar!
Bunun içindir ki seslerini kısmak istiyorlar kadınların ve genç kızların; onları, kendi zifiri karanlık dünyalarına hapsetmek istiyorlar; kahkahalarını boğmak, kadınca zerafetlerine karalar çalmak istiyorlar.
Seslerden korkuyorlar, renklerden, sözcüklerden; sanattan, edebiyattan, müzikten, şiirden ve heykelden korkuyorlar!
Korkuyorlar!
Korkuyorlar ve üzerine tükürüyorlar heykellerin, talimatla yıkıyorlar insanlık anıtlarını…
Kendileri gibi olmayan herkesten korkuyorlar!
Öylesine korkuyorlar ki, nefes alışlarını bile izliyorlar insanların, tek tek dinliyorlar.
Evlerine, odalarına, mahremlerine giriyorlar; bütün bir kenti, bir bölgeyi, bütün ülkeyi dinliyorlar.
Çünkü korkuyorlar!
İçinde gizlenirler diye örneğin ormandan, daracık sokaklardan, arkasında saklanırlar kuşkusuyla surlardan, yıktıkları duvarlardan, duvarların arkasında yarattıkları “düşmandan” korkuyorlar!
Üç-beş insan dahi, bir araya gelmesin, toplanmasın istiyorlar.
Cerattepe’de ayağa kalkacak diye halktan, her ağacın altında bir Artvinli olur diye ağaçlardan, kalabalık toplanır diye meydanlardan, parklardan korkuyorlar!
Dilinden, dininden, mezhebinden korkuyorlar insanların; ırkından, güneş yanığı teninden, kökeninden; kendilerinden olmayan herkesten korkuyorlar!
Trabzonlu Rum’dan, Sivaslı Ermeni’den, Mardinli Süryani’den korkuyorlar!
Korkuyorlar ve fişliyorlar insanları birer birer; alevi diye, Kürt diye, Ermeni diye fişliyorlar; solcu diye, vakıf yöneticisi, dernek başkanı, sakıncalı esnaf diye…
Gizli planlar hazırlıyorlar onlar için; ıslahat planları, göçertme planları, misyonerliği önleme planları...
Somalı madenciden korkuyorlar; Gerzeli köylüden, Manisalı çiftçiden
Öylesine büyük, öylesine sınırsız ki korkuları…
Somalı madenciden korkuyorlar; Gerzeli köylüden, Manisalı çiftçiden, Tuzlalı emekçiden; onların sevincinden, bayramlarından korkuyorlar!
Meydanları yasaklıyorlar onlara, caddeleri, 1 Mayısları, Newrozları...
Yasalar hazırlıyorlar onlar için, bir gecede torba ile getirilen yasalar; grevsiz, sendikasız, güvencesiz taşeronluk yasaları.
Ötekileştirdikleri hemen herkesten, her şeyden korkuyorlar!
Hendekler açıyorlar sınırlara, duvarlar örüyorlar komşularla aramıza; çünkü komşularından korkuyorlar!
Karakollar kuruyorlar durmaksızın her tepenin üzerine, kalekollar inşa ediyorlar dağlara; çünkü dağlardan korkuyorlar; tepelerden, sarp yamaçlardan, kına yeşili vadilerden…
Kentlerden korkuyorlar; harabeye çevirdikleri şehirlerden, kasabalardan!
Dikenli tellerle çeviriyorlar etrafını, gözetleme kuleleri kuruyorlar tepelerine…
Her meydana bir karakol kurmak, her sokağa bir siper kazmak, her eve belki bir kolluk yerleştirmek istiyorlar…
Çünkü yaptıklarından korkuyorlar!
Er geç yerine gelecek olan adaletten korkuyorlar!
İşte, bu kadar korktukları içindir ki, bu kadar tahammülsüzler.
Bu kadar tahammülsüz oldukları içindir ki, yarattıkları o korku duvarlarının içinde hapisler!
İşte bu yüzdendir ki gerçeğin, doğru ve tarafsız yayın yapmanın dilini kesmek istiyorlar.
Tehdide, şantaja, gözdağına kulak asmayarak yayın yapan bir kaç televizyon, gazete ve internet portalının peşindeler şimdi.
Gerçeğin, doğru haber yapmanın, halkın gerçeğe ulaşmasının son sesleri bunlar.
Bu sesleri de kısmak, sözlerini kesmek, kelimelerini boğmak istiyorlar.
Gerçeği dile getiren gazetecileri tehdit ediyor, internete sansür uyguluyor, yayın yasakları getiriyor, gazete binalarını basıyor, televizyoncuların kollarını kırıyorlar...
İçine düştükleri ve bir türlü kurtulamadıkları cerahat yığınında, giderek batmakta olduklarını görerek daha çok korkuyorlar!
Bu öylesine bir korku ki, barış sözcüğünün dile getirilmesinden bile paniğe kapılıyorlar.
Sanat fuarlarında barış adına sergiler iptal ediliyor.
Barış sözcüğünün geçtiği televizyon kanallarına baskı yapıyor, ağır para cezaları uyguluyor, sunucularını emirle hizaya getirilmiş mahkemelerle yargılıyorlar.
Yetmiyor, televizyonların kablosunu çekiyor, el koyuyor, kayyum atıyor, karartıyor ya da kapatıyorlar.
Çünkü gerçekler inatçıdır; inatçı ve direngen olan her şey ürkütüyor onları.
Bu yüzden, gerçeğin bir gün açığa çıkacak olmasından korkuyorlar!
Karanlığa ışık tutacak biricik şeyden; gerçeğin kendisinden; bu gerçeğin, ülkeyi içine gömdükleri zifiri karanlığı aydınlatmasından korkuyorlar!
Tarafsız yargıdan, özgür üniversiteden, eşit olmaktan, er geç yerine gelecek olan adaletten korkuyorlar!
Korkuyorlar!
Korkuyorlar ama korkunun ecele faydası yok, bilmiyorlar!
Bu yüzdendir ki, içine düştükleri korku bataklığında çaresizce çırpınıyorlar…
Çırpındıkça batıyor…
Battıkça çırpınıyor…
Çırpındıkça daha çok batıyorlar...