Yusuf Nazım

15 Ocak 2019

Komünist ona göz kırpmıştı…

Babasının, o adamı hücreye koymadan, Bursa Kapalı Cezaevi'ne gönderdiğini öğrendiği o mayıs akşamı nedense çocukça bir sevinç kaplamıştı yüreğini

Sanki bir rüzgâr çıktı. Haşin, dalgalı, sert.

Toza toprağa bulanmış çocuk kalabalığın içerisinde apansız esti. Kulaktan kulağa hızla dolaştı...

“Komünist geliyor, komünist!”

Çocuklar, bir süredir kan ter içinde kalarak peşinden koştukları plastik yuvarlağı bırakıp sokağa doğru yöneldiler. 

Önde üç jandarma yürüyordu, arkada üçü daha. Adam ortalarındaydı. Sarı saçları dalgalı, kısık gözleri maviydi. Jandarmaların arasında, lacivert çizgili takım elbisesi içinde,  ellerini yere koymuş da henüz ayağa kalkmış gibi yürüyordu…

Çocuklar, jandarmaların arkalarına takılmış ürkek, meraklı, heyecanlı gözlerle adamı süzüyordu.

Küçük olanı yaklaştı; elleri kocaman olmalıydı, öyle duymuştu diğer çocuklardan. Bir komünistin kocaman olmalıydı elleri. Eğilip kelepçeli ellerine baktı… Yüreği bir serçeninki gibi heyecanlıydı. Yaklaşıp küçük bir serçenin heyecanıyla baktı... Öyle demişlerdi, bir devin ayaklarını andırmalıydı bir komünistin ayakları, her adımında yer gök inlemeli, toprak sarsılmalıydı…

Adam, saçları sarı dalgalı başını çocuğa çevirdi, mavi gözleriyle baktı, gülümsedi. Birden şaşırdı! Yanlış mı görmüştü ne, adam ona göz kırpmıştı, çocuk geri kaçtı…

Büyük kapı gıcırtıyla açıldı. Altı jandarma, ortalarında bir adam, kapının arkasında kayboldular. Çocuklar, üzerinde Eskişehir Kapalı Ceza ve Tutukevi yazan kapının önünde, şaşkın, heyecanlı, ürkek öylece kalakaldılar.

*  *  *

Akşamdı. Çocuk yemeğe gecikmiş miydi, babası gelmiş miydi, annesi kızar mıydı?

Evin dış kapısının mandalını incecik parmaklarını, kapı aralığından içeri sokarak açtı. Ufacık bedeniyle içeri süzüldü. Babası sıkıntılıydı. Yüzünü ter basmıştı. Evin küçük salonunda bir ileri, bir geri volta atıyordu.

“Ben ne yapacağım şimdi,” dedi, “Ben ne yapacağım!? Adamı hücreye atmamı istiyorlar! Hiçbir suçu olmayan adamı nasıl hücreye atarım!”

Çocuğun annesi, kendisinden bir umar beklendiğinin farkında, üstünde yemek sofrasının kurulu olduğu masanın arkasında, ayakta tedirgin dinliyordu.

Babası devam etti:

“Adam öylesine nazik, öylesine beyefendi ki… Ama komünist!”

Bir volta daha attı, bir kez daha geçti çocuğun önünden.

“Bekliyorduk zaten, bugün geldi, ardından telefon ettiler, ne yap, et, adamı hücreye at!” dediler, “Söylesene ne yapacağım şimdi ben?”

Çocuk, arkasına sokulduğu kuzine sobanın oradan olup biteni sessizce izliyordu. Şaşırmıştı. Cezaevi Müdürü olan babasını ilk defa böylesine tedirgin ve çaresiz görüyordu. Bir kez daha önünden geçen babasının ayaklarına takıldı gözleri. Jandarmaların ortasında yürürken görmüştü, bir devinki gibi değil, ancak babasınınki kadar ya vardı, ya yoktu adamın ayakları. Elleri de öyle…

Hâlbuki öyle dememişlerdi, kocaman elleri, bir devi andıran ayakları vardı.  

“Komünist geliyor” demişlerdi, koşmuştu. Ancak babasınınki kadar ya vardı, ya yoktu ayakları.

Sonraki günler de aynı tedirginlikte gördü babasını. Annesine “Ne dersin, koysam mı, koymasam mı” diye söylenip duruyordu.

*  *  *

Aradan bir hafta geçmişti.

Koymadı!

O komünisti hücreye koymadı!

Babasının, o adamı hücreye koymadan, Bursa Kapalı Cezaevi’ne gönderdiğini öğrendiği o mayıs akşamı nedense çocukça bir sevinç kaplamıştı yüreğini.

Bir serçeninki kadar küçük yüreğinden tatlı bir huzurun boşaldığını hissetti. Minik gözlerini, içindeki sevinç ışıltılarını kapatacak denli kıstı, “heyyoo!” dedi içinden…

Dalgalı, sarı saçlarıyla jandarmaların arasında, yeleli bir aslan gibi yürüyen adamı düşündü.

Adam komünistti, gülümsemiş, ona göz kırpmıştı.


Not: Nazım Hikmet’le ilgili çocukluk anısını benimle paylaşan ve şairin 117.doğum yılında yayımlamama izin veren sevgili Hamdi Yücelen’e derin saygılarımla.