Yusuf Nazım

09 Mayıs 2015

Kabataş'ın yalanı Ağrı'da gerçek oldu

Kadın bir tarafa savruluyor, türbanı bir tarafa, çocuk bir tarafa...

Bir kadın.
Çok bildik bir deyimle türbanlı.
Yanında sekiz-on yaşlarında çocuğu var.
Kadın, belki bir zamanlar beğendiği, oy vererek iktidara taşıdığı bir partinin mitinginde.
Kalbini, gönlünü, ruhunu okşayan sözcükler henüz taze; din ve inanç özgürlüğü, türban zulmü, Müslümanlara yapılan eziyet, darbecilik ve demokrasi…
Şimdiyse kızgın!
Yıllar yılı beslediği umutları sanki bitmiş.
Yerinde, belki de derin bir hayal kırıklığı.
Oysaki bir zamanlar, önünde secdeye varır gibi sevdiği bir lider, bu ülkeye Tanrı’nın bir vergisiydi!
Yoksulun, dışlanmışın, ötekinin yanında; kimsesizin kimiydi.
Oysaki bir zamanlar, besmeleyle oturup, besmeleyle kalkan lidere alkış tutmuş, varlığına ne kadar da sevinmişti…

Şimdi mi?
İtirazı var!
Muhtemelen bir de derdi...
Belki geçim sıkıntısı, belki darda kalmış biçare, belki çocuğunun hastalığı…
Belki de tak etti bir şeyler canına!
Dayanamadı, yüreği çarptı, kendini sokağa attı.
Lider ayağına kadar gelmiş, ona açılmalı, anlatmalı.
Oysa ki onu dinlemiyorlar.
Dinlemek ne kelime, yanına bile yaklaştırmıyorlar.
Kürsüde, muktedir tarafından kendine biçilen rolü eksiksiz oynama telaşında bir politikacı; derin stratejilerin, sıfır komşuluk mucizesinin yaratıcısı bir zat-ı muhterem.
Etrafı, kuş uçurtmamak buyruğuyla bir koruma ordusu tarafından kuşatılmış.
Yanında çocuğuyla türbanlı kadın yanına yaklaşıyor, itiraz ediyor, sesleniyor.
Kadın konuşmaya çalışıyor, elini kaldırıyor, olmuyor; bir şeyler anlatıyor, sesini duyuramıyor, bağırıyor!
Telaş içinde bir güruh, bir itişme, kalkışma!
Ardından bir uğultu yükseliyor.
Kadınlı-erkekli, buyruklu-buyruksuz, kravatlı-kravatsız koruma ordusu anında çevresini kuşatıyor!
Palacılar köşe başlarını tutmuş, akrep sokmaya, zehir akmaya hazır; kanunlarsa tetikte!
Çocuk, ağlamaklı, annesinin eteklerine yapışıyor.

Korku!
Bir gün mutlak galebe çalacak adaletin eseri. 
Bir kez bulaşmaya görsün, insan bedeninde, yana kavrularak büyüyen bir ateş.
Yaşamları zulmetmek üzerine kurgulanmış tiranları sonsuza dek ağırlayacak cehennemin adı.
Yoruma, eleştiriye, protestoya tahammülü olmayan bir acizlik hali.
Ve işte, o korkunun ürettiği kuklalar yığınından ibaret bir güruh.
Nasıl da kendiliğinden harekete geçiyor!
Nasıl da efendisinden almış gibi buyruğunu hemen kendine bir rol biçiyor!
Saraya biat etmiş bütün ajanslar tıpkı olağan görevlerindeki gibi suskun; şatafatlı törenleri haber yapmak için hazır bekliyorlar.
Sarayın soytarılar mı?
Onlar, her zamanki gibi bin bir kılıktalar.
En gülünç halleriyle, görev düştükçe siyaset sahnesine arz-ı endam ediyorlar.   
Bir kısmı ise arka planda, işleri büyük; Kuran’la, imanla örtülen bir yalan düzenine yeni gerekçeler üretmekle meşguller.

Diz boyu sahtelik, boğazına kadar cerahat, hileye bulanmış saldırganca bir histeri.
Yağmayla, talanla beslenmiş, kibirle büyümüş bir soyluluk gösterisi bu!
Demirden bir zırha bürünmüş iktidar gücünün kuklaları tarafından, ötekinin üzerine kusulan acımasız nefret.
Kendinden görevliler, sunturlu küfürler eşliğinde fırlıyorlar hemen sokağa.
Kadın bir yana çekiliyor, iteleniyor, öteleniyor.
Muktedir olanın diliyle zehirlenmiş güruhun salya sümük öfkesi giderek büyüyor.
Bir arbede, yayından boşalmaya hazır bir şiddet, haktan, insaftan, duygudan nasiplenmemiş bir çılgınlık.
Efendisine hizmette yarış halindeki kulların hiddetten köpürmüş feveranı.
Çocuk bir tarafa savruluyor, ayakları birbirine dolanıyor, hırpalanıyor.
Kuklalar panik halinde ve çaresiz!
İpleri birbirine dolaşmış, telaş içinde, rollerinin hakkını verme gayretinde, oradan oraya koşturuyorlar.
Kalabalık üzerine üzerine yürüyor, genç kadının sesi kısılıyor, yoruluyor.
Kadın bir tarafa savruluyor, türbanı bir tarafa, çocuk bir tarafa.
Muhtemel ki birazdan, küçük bir kameranın kapsama alanının dışında, gözden ırak bir alanda bir cürüm işlenecek.
Kalabalık uzaklaşıyor, kadın yaka paça, sesler siliniyor, görüntü bitiyor.
Asıl resmi, dijital bir kamera değil, tarih kaydediyor.

Belli ki çare yok!
İçimizdeki ateşi çalmış kötü ruh, kaybetmeye mahkûm!
Kabataş'tan yükselen bir yalanın, dualar ve ayetler eşliğinde büyüyen sahte gösterisi, şimdilerde Ağrı'da bir çığlığa dönüşüyor.
Sahte gözyaşları kuruyor, manşetlerin kara puntoları bir bir düşüyor.
Köşe yazarları utangaç yüzleriyle günah çıkarıyor.
Adına vicdan denilen şey mi?
O henüz ölmedi, yaralı!
Ağrı’da, alenen bir sokak ortasında, türbanlı bir kadının yüreğinde kanıyor.
Çocuk elinden tutmaya çalışıyor, benzi sararmış, koşuyor.
Zamanın tekerleği ileri doğru yeniden hızlanıyor.
Nice sahte kahramanlara mezar olmuş, tarihin kan-revan içindeki, kokuşmuş çöplüğü sabırsız beklemede.
Sanki yeni konuklarını ağırlamaya hazırlanıyor…