Yusuf Nazım

11 Mayıs 2017

Gülüşlerinden yaralı çocuklar

Her geçen gün, her geçen saat biraz daha eksiliyor hücreleri

Ankara, kışı geçirmiştir çoktan.

Bahar gelmiştir, ağaçlar çiçeğe durmuştur.

Gelen geçen görür bugünlerde, Yüksel Caddesi’nde bir ölüm sofrası kurulmuştur.

Ve iki genç oturmuştur ölümün sofrasına; iki güler yüzlü çocuk, iki dal fidan, iki çiçek açmıştır kaldırımda.

 

Ankara’nın sisli olur sabahları.

Yüksel Caddesi’nde sabah, bambaşka oluyor şu günlerde.

Güneş doğuyor, sis ağırdan çekiliyor, iki çiçek açıyor caddenin bir kenarında.

Yaprakları rengârenk, sesleri cıvıl cıvıl.

Doğan her yeni güne karşı gülüyorlar.

Gülüyorlar, bir ülkenin kanayan vicdanına, eksilmiş adaletine; kinle, husumetle, nefretle beslenmiş günlerine karşı…

Açlıkla terbiye edilmek isteniyorlar

 

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça.

Biri akademiden ihraç edildi, diğeri öğretmenlikten.

KHK mağduru onlar.

Daha nicesi, binlercesi gibi.

15 Temmuz darbe girişimi sonrası bir KHK ile aceleden verildi hükümleri.

Bir süredir açlıkla terbiye edilmek isteniyor onlar.

İstiyorlar ki sağlık güvenceleri olmasın.

Bir kamu kurumda doğrudan ya da dolaylı çalışmasınlar.

Hak edilmiş işsizlik parasını bile almasınlar.

Pasaportlarına el koyuyorlar ki yurt dışına gidip alın eriyle çalışmasınlar.

Yani istiyorlar ki aç kalsınlar, ele güne muhtaç olsunlar…

 

*  *  *

Yüksel Caddesi.

Gençliğimin, üniversite yıllarımın duraklarında beklediğimiz, toplaşıp otobüslere bindiğimiz, yeni umutlara, yeni bir geleceğe yürüdüğümüz caddenin adı.

Ve Ankara.

Yıllardır uzak kaldığım şehir.

Bir zamanlar, göklerini fethetmeye çıkmışken soğuk bir sonbahar sabahı 12 Eylül darbesini yaşadığımız…

Hücrelerinde nice işkenceler gördüğümüz, Mamak Cezaevi’ni, Sincan’ı tanıdığımız…

Seneler sonra, darbelerle mücadele adı altında, sahte yüzlerle darbecileri serbest bırakıp zaman aşımından akladığımız, utandığımız o yıllar.

Cezaevi koğuşlarının önünde, jandarmalar saldırmak için hazırlandığında, kol kola girerek “jandarma biz…” marşını söylediğimiz, gençliğimin nice hatıralarını gömdüğüm o şehir.

Soğuk bir Aralık akşamı radyodan, 17 sinde bir çocuğun asıldığını duyduğumda, başımı kollarıma gömüp hıçkıra hıçkıra ağladığım o şehir!

Bir mesaj olmuş mudur adalet açlığı çekenlere

 

Ankara’da bahar.

İşte bu şehrin baharı şimdi.

İşte bu şehrin baharı soğuk şimdi.

Bu şehrin baharında, çocuklar üşüyor gül yanaklarından.

Bir zamanlar ağaçları olan bir caddesindeler.

Sahi, o şehrin Yüksel Caddesi’nde şimdi hiç ağaç kalmış mıdır?

Aylardan Mayıstır, ağaçlar çiçek açmış mıdır?

Sıhhiye’den araçlar kalkmış mıdır yine, öğrencileri almış, Yüksel Caddesi’ne doğru yola çıkmış mıdır?

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, kaç zamandır oradalar.

Öğrenciler o caddede bir durakta inmiş midir?

Buket buket çiçekler koymuş mudur önlerine?

Koymuşsalar eğer, bir mesaj olmuş mudur bu çiçekler adalet açlığı çekenlere?

 

*  *  *

Ankara.

Yıllardır sana gitmedim.

Lakin bir süredir Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde benim bedenim.

Bir sürerdir, Yüksel Caddesi’yle birlikte eriyor benim de etlerim.

Görüyorum, şimdi yaralılar çocuklar o şehirde.

Görüyorum, soluyorlar o şehrin sokaklarını en çocuk yüzleriyle.

Gülünce, ağız dolusu gülen, bakışlarından umut rüzgârları eksik olmayan çocuklar soluyorlar.

Aylardır sessiz bir ölüme uzanmışlar.

Ölümle yaşam arasındaki o kritik eşiği bir çırpıda tüketmişler.

O sessiz, o masum gülüşlerinden bir onur çığlığı yükseliyor şimdi.

Ve eriyorlar.

Ağır ağır eriyorlar.

Her geçen gün, her geçen saat biraz daha eksiliyor hücreleri.

Adaleti ve onuru arayan herkes için oradalar

 

Biliyorum, yalnızca kendileri için değiller onlar.  

Biliyorum, işini, ekmeğini kaybedenlerin cümlesi için oradalar.

İskenderun’da işten atılan Ayten öğretmen, Diyarbakır’dan sendikalı Memet için oradalar; Armutçuk’da, bir ocakta otuz yıldır kazma sallayan kömür işçisi Salim, Zonguldak’ta KHK mağduru madenci Halis için…

Adaleti ve onuru arayan herkes için oradalar.

Bıkmadan, yılmadan, usanmadan geliyorlar.

Her gün, dünyanın en güzel sabahlarını kuşanarak, bütün sokakların en güzel gülüşlerini toplayarak geliyorlar.

Ve gülümsemelerini armağan etmeye devam ediyorlar hayata.

Öğretmenler, işçiler, sendikacılar, akademiden ihraç edilenler için gülüyorlar.

Hemen her gün polis copu, dayak, biber gazı altında; bazen karakolda, bazen gözaltında…

Ama aldırmıyorlar.

Gülüyor ve her gün başkentin bir caddesinde çiçekler gibi açıyorlar.

 

Çünkü haklılar!

Sonuna kadar haklılar.

Çünkü, yasaları hiçe saymış zamanla birileri.

Çünkü hak yemişler, hukuk dinlememişler, hep haram sözcükler beslemişler dillerinde.

Hep yalana, talana, harama çalışmış akılları.

Hep aynı yollardan geçmişler, aynı sulardan içmişler, aynı haram sofradan yemişler yemeklerini.

Ve tuzaklar kurmuşlar birbirlerine karşı, kirli kumpaslar.

Çünkü hep hileliymiş sözleri, hep yalan ayetlerden etmişler yeminlerini.

Sonra darbeler yapmışlar ülkelerine karşı.

Kıymışlar ülkenin geçmişine, bugününe, geleceğine.

Kırmaya kalkmışlar ülkenin en güzel ağaçlarını, budamışlar dallarını; koparmaya kalkmışlar çiçeklerini.

Aşsız, ekmeksiz, işsiz bırakmak istemişler cümlesini.

Başlarını hep gururla kaldırdılar

 

Belli ki, ülkenin en güzel çocuklarıydılar onlar.

Hiçbir zaman kendilerinden yana değildi kaygıları.

Ömürlerince, hep güzel bir ülke düşlediler.

Hep güzel bir ülke için bedeller ödediler.

Hiçbiri, ama hiçbiri dini siyasete alet etmedi.

Hep özgür düşünceden yana oldular; bilimden, sanattan, barıştan yana kurdular cümlelerini.

Ne tarikattan yana işleri oldu, ne de cemaatten yana çıkarları.

Aksine, ülkenin üzerini kuşatmaya çalışan cahil karanlığına karşı mücadeleyle geçti hayatları.

Derdest edildiklerinde, alınları tertemizdi, aktı.

Başlarını hep gururla kaldırdılar, asla önlerine eğmediler.

Çoğunun, üzerinde doğru düzgün para bile çıkmadı

Ne külçe külçe gizli altınları, ne başka ülkelerden alınmış bilmem ne marka saatleri, ne de Avrupa bankasında offshore hesapları vardı.

Savcılar boşuna araştırıp durdu banka hesaplarını.

Mahkemelerde, çoğunun üç beş kuruştan fazla parası olmadığı geçti kayıtlara.

 

*  *  *

İşte bu çocuklar onlar!

Yüzlerinde, o gülüş yığınaklarından başka kabahati olmayanlar.

Bir süredir, Ankara’nın sokaklarında çiçekler gibiler.

İşlerinden kopartılmışlar!

Aşlarından, rızıklarından, ekmeklerinden edilmişler.

Açlık grevindeler!

Gülüşlerinden yaralılar şimdi!

El ele tutuşmuş, ölüme gün sayıyorlar.

Her gün biraz daha kanarken yürekleri, her gün biraz daha kanarken ülkenin vicdanı, sadece onurla doyuruyorlar açlıklarını.

Yüzleri giderek sararıyor, benizleri atıyor, kasları yavaş yavaş eriyor.

Adım adım yaklaşıyorlar mutlak bir sessizliğe doğru.

Sessiz bir ölüme doğru.

Sessiz ama sinsi bir ölüme doğru.

Yaklaşan ölüm solduramıyor yüzlerindeki o sevinci.

Gözleri hala ilk günkü gibi capcanlı, heyecanlı; hala umut dolu, ışıl ışıllar.

Ve hala eksilmiyor yüzlerinde o çocuk gülümsemeleri.

 

*  *  *

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça.

Açlık grevinin 64. günündeler.

Ölüme yatırmışlar gülümsemelerini.

Israrla işlerini, ekmeklerini istiyorlar!

Sadece kendileri için değil, hepimiz için istiyorlar, hepimiz adına istiyorlar.

Kutu kutu dolarları, parsel parsel arsaları, rüşvet kokan ihaleleri değil; kat kat rezidansları, her gün kirli suretleriyle göğe batan gökdelenleri, bilmem ne koyunda SİT alanına yapılmış kaçak villaları değil…

Ülkelerinde sadece onurla yaşamayı istiyorlar onlar.

İşlerini, ekmeklerini istiyorlar!
Ya ekmek, ya ölüm diyorlar.

En çok da onur diyorlar onlar.