Yusuf Nazım

19 Eylül 2015

Ellerinden öperim kadın

En önde, altına dört kişi sığmayan bir tabut, içinde otuz beş günlük bir bebek. Ardında on beş tabut daha…

Paul Eluard 21. Yüzyılın en büyük Fransız edebiyatçılarından sayılır. Güzel aşk şiirleri yazar. O aynı zamanda devrim ve direniş şiirleriyle ünlüdür. Bu yüzden, aşkın ve devrimin şairi olarak da bilinir. 2. Dünya Savaşı’nda, Fransa’daki Nazi işgali sırasında eserleri yasaklanır. Faşizme karşı savaşta Fransa’daki yeraltı direniş hareketine katılır. İçinde, ünlü “Eyy Özgürlük” şirinin de yer aldığı derlemeyi işte bu direniş yıllarında gizlice yayınlar.

Zülfi Livaneli’nin de seslendirdiği bir şiirinde şöyle der:

Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.

* * *

Aradan yetmiş yıl geçmiştir. Ne yeni bir dünya savaşı vardır, ne de bir iç savaş yaşanmaktadır. Fransa’nın çok uzaklarında, Anadolu’nun bir kasabası kuşatma altındadır. Şehre giren bütün yollar tutulmuştur. Sokağa çıkmak yasaklanmış, elektrikler, sular kesilmiş, sokaklarda çöpler birikmiştir. Korku ve ölüm döşenmiştir şehrin yollarına…

Abluka günlerce sürer. Halk mahallerde mahsur kalır. Şehrin bütün çıkış yolları kesilmiş, açlık ve susuzluk baş göstermiştir. Halk kimi mahallerde sokağa çıkma yasağını dinlemez. Alkışlar, zılgıtlar eşliğinde, tencere-tava çalarak durumu protesto eder. Cizre’nin hafızası güçlüdür: 1992 Newroz’unda kasaba taranmış onlara kişi yaşamını yitirmiştir. 2015 başlarında dört çocuk  polis kurşunuyla hayatını kaybetmiş, kolluk kuvvetleri 12 yaşındaki Nihat Kazanhan’ı vurarak öldürmüştür. Bu hafıza mahalle gençlerini sokaklara barikat kurmaya, hendek açmaya iter.

Karanlık bastığında ateş altında kalır kasaba. İnsanlar kim vurduya gider. Çocuklar, sokaklarda keskin nişancılar tarafından kuşlar gibi avlanırlar. Bazen silah sesleri yavaşladığında ya bir alkış tufanı kopar, ya da tencere, tava sesleri yükselir kasabadan. Bir savaşı andırırcasına binlerce kurşunun sesi karışır karanlığa… Buna, daha büyük bir tencere-tava tufanıyla karşılık verir kent halkı. Arada, bir mahallerde silahlar, bombalar patlar. Ve böyle devam eder gece…  Sonra gün ağarır. Gece yavaşça aralar perdesini, derken sabah olur…

* * *

Nazım Hikmet bir dünya şairidir. Emperyalizme, sömürüye, savaşlara karşıdır. Halkların kardeşliğini, dünya barışını savunur. Anadolu halklarının sömürgecilere karşı direnişini şiirleriyle destanlaştırmıştır. Özellikle bu direnişteki kadınların rolü onun şiirinde ayrı bir değerdedir. Kurtuluş Savaşı Destanı’nda Anadolu kadınını şöyle anlatır:

Ve kadınlar
bizim kadınlarımız;
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz…

* * *

Sabah olmuştur. Bazı mahallelerde günlerdir kaldırılamayan ölüler vardır. Bunlar, elektrik olduğunca derin dondurucularda, buz kalıplarında saklanır, korunmaya çalışılır. Birçok mahallede yaralılar bulunmakta, silah ve patlama sesleri arasında hastaneye kaldırılamamaktadır. Kent halkı kendi olanaklarınca yaralılara müdahale etmeye çabasındadır. 

Duvarları delik deşik bir evde bir çocuk yaralıdır. Durmaksızın kan kaybetmekte, acilen hastaneye yetişmesi gerekmektedir. Oysaki sokağa çıkmanın bedeli muhtemel bir ölümdür. Ambulanslar kente girememekte, insanlar çaresizce çırpınmaktadır.  

Evin içinde bir kadın beyaz bir bez parçasını yırtar. Onu kalın bir sopaya geçirir. Çevresindekiler onun ne yapmak istediğini anlamıştır. Engel olmaya çalışırlar.  Oysa o, hırsla dışarı fırlar. Başı dik, göğsü gerilmiştir. İnce küçük çenesini ileriye doğru uzatmış, kocaman gözlerinden ateş bulutları püskürmektedir. Elinde taşıdığı beyaz bayrakla sokağın ortasından caddeye doğru ilerler… Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan ya da Çanakkale de bir siperden fırlamış gibidir kadın. Arkasından yürüyen küçük kalabalık, omuzlarda taşınan yaralı bir çocuk… 

Belki bir silah patlayacak birazdan. Ardından bir cayırtı kopacak. Bir ateş topu yırtacak boşluğu, birkaç mermi saplanacak ciğerlerine… Ama hiç aldırmaz kadın. Sağına soluna bakmaz bile. Korkunun duvarları yıkılmış, yola çıkılmıştır bir kez… 

* * *

Aradan günler geçmiştir. Tam dokuz gün, dokuz gece. Ölüleri her gün daha da çoğalmıştır mahallelerin. Geride hayalleri çökmüş, yıkılmış bir kentin sureti. 

Şimdi, ölülerine ağlıyordu bu kent. Nasıl da sessizdi çığlıkları. Oysaki tek sivil ölmedi diye buyuruyordu muktedir. Koroyla onaylıyordu tebaası. Halkı rehin aldılar diye ünlüyordu manşetler. Bir insan seli akıyordu Cizre'nin sokaklarından, sanırsın mahşer. Ölülerini, tarihin belleğine uğurluyordu Cizre. En önde, altına dört kişi sığmayan bir tabut, içinde otuz beş günlük bir bebek. Ardında on beş tabut daha…

* * *

Anlıyordum. Dün yine öldürülüyordun sen. Yalnızca Türkçe ağıtlar yakabiliyordun ölülerinin ardından. Bugün yine öldürülüyorsun. Lakin Kürtçe ağıtlar yakma özgürlüğün vardı artık. Buna şükretmeni istiyordu zalim.

Hâlbuki tarlalarda, inşaatlarda linç için peşine düşerken kalabalıklar, ağzından kardeşlik lafını eksik etmeyen sendin. 

Dağların yamaçlarında öldürülmüş asker ve polis bedenlerini sırtında taşıyan da sen.

En önde sen koşuyordun canlı kalkan olup girmek için kardeş kavgasının arasına.

Kurşunlara siper ettiğin bedenler senin bedenindi.

İnadına, senin barış feryatların yükseliyordu her ölümün ardından.

Sen ki Anadolu kadını gibi başı dik, sen ki Kürt anası gibi cesaretli, sen ki Türk kadını gibi çilekeş ve emekçiydin.

İşte sokağın ortasında, elinde o beyaz bayrakla ilerlerken görüce seni Anadolu gibi sevdim kadın!

Gördüm ki hep senin çocuklarındı onlar.

Kimi askerdi, vatani görevinde; kiminin derdi vardı, dağda gerillaydı.

Hepsi oğullarındı ama senin, kızlarındı. Dilin nasıl varırdı birine leş, diğerine şehit demeye.

Bu yüzden hep barış istedin ömrünce. 

Hep karşı çıktın ölümlere.

Hep ateşe ve kurşuna kalkan oldun, hep dur dedin zulme ve zalimliğe.

Hiç korkmadın.

Yılmadın.

Bu yüzden seni sevdim kadın!

Seni Mezopotamya gibi sevdim!

Sana inandım.

Çünkü haramiler dadandığında toprağına,  karşısına en önce sen çıktın.

Samistal Yaylası’nda sen yattın dozerlerin ve kepçelerin önüne. 

Trabzon’da HES’e karşı direnen Karaçamlı Fatma’ydın sen.

Aydın’da, incecik bileklerinden kelepçeye vurulan Çineli Gülşen. 

Haksızlığın olduğu her yerdeydin sen; Kobani’de, Suruç’ta, Gezi’deydin. Ateş ve barut kokuları arasında, dilinde barış ve kardeşlik sözcükleri, şimdi Cizre’deydin.

Seni gördüm!

İnce küçük çenenden, kocaman gözlerinden ve mübarek ellerinden tanıdım seni kadın!

Sen oradaydın.

Bakışlarında yılgınlığın, ürkekliğin esamesi yoktu.

Her zamanki gibi korkusuz ve en öndeydin.

Kim bilir kaç evlat vermiştin bu davaya, kaç ömür eskitmiştin.

Bir kentin korku ve ölüm döşenmiş yollarından cesaretle yürüdün.

Bir kez daha barış, senin ellerinde umuda dönüştü.

Cizre’nin sokaklarında biraz daha büyüdü, biraz daha çoğaldı.

Zalimlik kaybetti, sen kazandın!

Ellerinden öperim kadın.

O mübarek ellerinden.

@yusufnazim