Yusuf Nazım

18 Kasım 2016

Aslında ev de yoktu!

Yaşadığı her şey, bir yanılsamadan ibaretmiş gibi duruyordu...

Dile kolay, tam 246 gün!

Sokağa çıkma yasağı kısmen kaldırılmıştı.

Duyar duymaz çadırdan dışarı fırladı.

Bir anda, etrafta heyecanla toplaşan çadır kalabalığının arasında buldu kendini.

Heyecan içindeydi herkes.

Aylardır uzak kaldıkları şehirlerine bir an önce yetişme, mahallesinden, evinden, eşyasından bir haber alma telaşıydı bu.

Üzerine atladığı pikap, şehrin girişine kilometrelerce kala kolluk kuvvetlerince durduruldu.

Yüreği yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Uzaktan, üzerine kümelenen siyahi bulutların altında, hiç olmadığı kadar gri gözüküyordu Şırnak.

Asfalt yolu tüketip şehre vardıklarında, yol birden toprağa dönüşmüştü.

Araçtan inmek zorunda kaldılar.

Üzerinde yürüdükleri inişli çıkışlı toprak yığınının, bir zamanlar Şırnak’ın ana caddesi olduğuna inanmak bile istemediler.
 

Heyecanlı kalabalık bir anda dağılmış, herkes kendi mahallesinin yolunu tutmuştu bile.

İlk saptığı yoldan bir süre sonra geri döndü, önü kapalıydı!

Sonra, iş makineleriyle açılmış başka bir toprak yola girdi. Biraz ilerledi, sağa sola hamle yaptı, çevresini tanımaya çalıştı. Kafası karışmıştı. Bastığı toprak altında dalgalandı, başı döner gibi oldu. Yönünü çıkaramadı, tekrar gerisin geri yürümeye başladı.

Birçok denemeden sonra uzakta, taş ve toprak griliğinin ortasındaki camii siluetine takıldı gözü.

Delik deşik olmuş duvarları, parçalanmış kubbeleri, yara bere içindeki duvarlarıyla Agit Uğur Camii, bunca griliğin ortasında, büyük bir depremden ayakta kalmayı başarmış yegâne bir anıt duruyordu! Çifte şerefeli minaresi nasıl olmuşsa sapasağlamdı.

Caminin siluetini takip etmek işini kolaylaştıracaktı. İyi bir fikirdi bu. Düşündüğü gibi de yaptı. Kısa sürede istediği yere varmıştı bile.

O güne dek hayatında, görmüş ve belki de görecek olduğu en büyük şaşkınlığın onu beklediğindense habersizdi.
 
Tanınmaz halde, bir moloz yığınından ibaret mahallesini inanmaz gözlerle süzdü.

“Sokağı bulmalıyım!” diye diye geçirdi içinden. Sağa sola çaresizce koştu, moloz yığınlarından oluşan irili ufaklı birçok tepeciği, onların arasındaki çukurları aştı.

Nihayet, bir süre sonra evinin bulunduğu sokağın başındaydı. Yalnızca silik bir iz kalmıştı sokağından geriye!

İçinde, ölmeye yüz tutmuş bir umudun cılız beklentisiyle önünde kıvrılan toprak izini takip etmeye başladı...

*  *  *

Birden “Evim, evim!” diye bağırdı!

Sonunda bulmuştu!

Yıllardır, harcına emeğini katarak, çimentosuna terini akıtarak yaptığı evinin kapısındaydı.

Yorulmuştu. Ama olsun, sonunda değmişti buna!

Dış kapı aralıktı, sessizce süzüldü içeri.

Merdivenleri bir solukta çıktı.

Gözü, merdiven boşluğunda yan yatmış, tamir edilmeyi bekleyen küçük oğlunun kırık bisikletine takıldı.

Dudaklarından acı bir gülümseme koptu.

Ayakkabılarını çıkardı, köşedeki ayakkabılığa özenle yerleştirdi.

Karısının kapı pervazına astığı mavi nazar boncuklarına ilişti gözleri.

Bakışları onu, 22 yıl öncesinden kopup göçtükleri o dağ köyüne götürdü.

Zemheri bir kış soğuğunda, yangınlar ve alazlar içinde terk etmek zorunda bırakıldıkları köylerine!

Sonraları, zoraki sığındıkları bu kentte, nice meşakkatlerle sahip oldukları evin kapısında bir süre bekledi.

Nazar boncuğundaki gülümseyen bakışlarını sessizce çekip aldı.

*  *  *

Birazdan, anahtarıyla kapıyı açacak, sessizce süzülecekti içeriye.

Eve adımını atar atmaz, tatlı bir hararet saracak bedenini, yüreğindeki sıcaklık yüzüne vuracaktı.  

Biliyordu, hole bitişik odanın kapısından küçük oğlu yine bisikletim diye atlayacaktı üzerine. Yine mahcup olacak, yine kızaracaktı yüzü. Oradan, her zamanki gibi eşi yetişecekti imdadına. “Sıkıştırma babanı, yorgundur, gelecek ay” diye arka çıkacaktı ona.

Salona açılan holü iki adımda geçecek, mutfaktan gelen mis gibi kokuların baştan çıkarıcı davetine aldırmayacaktı.

Zemini, kök boyalı bir halı, duvarları şahmaran desenli kilimle kaplı salona akacaktı ayakları.

Gözleri kucaklar gibi saracaktı, beşikte uyuyan üç aylık çocuğunu.

Soğuk kış günlerinde, kemiklerini ısıtmak için önünde herkesin sıraya girdiği sobaya doğru yönelecekti hemen.

Sıcaktan mest olmuş anacığının pamuktan ellerini şefkatle öpecek, yanaklarını koklayacaktı.

Oğlu, bir kış günü getirmişti onu. Tek gözü görmüyordu kedinin. O günden beri, her daim yurt eylemişti keçi postunu. Malum yerinde, kıvrılmış uyuyor olacaktı yine. Titreyen kulağına hafifçe dokunacak, gözünü, kaygısız bakışlarla, hafifçe aralayacaktı.

Sonra balkona çıkacak, akşamın serin havasını derin derin çekecekti ciğerlerine. Sabah suyunu çoktan tüketmiş çiçeklerin pıtrak pıtrak açmış çiçeklerine hayran hayran bakacaktı.

Yemeğin ardından, her akşam yaptığı üzere, demli bir çay isteyecekti küçük kızından. Yüzünde apak bir gülümseme, elinde tepsiyle çıkıp gelecekti mutfağın kapısından.

Üzerine bağdaş kurup oturacaktı el dokuması halının. Çayı beklerken, desenleri renk renk, ilmek ilmek bezeli halının, yumuşak püskülleri arasında dolaşacaktı parmakları.

Uzaklardan, Agit Uğur Camii’nden belki de bir ezan sesi duyulacaktı. Çok sevdiği halı seccadiyesini yere serecek, akşam namazına duracaktı birazdan anacığı.

*  *  *

Elini uzattı.

Parmaklarını ovuşturdu, uçlarındaki tozları silkeledi.

Koyun yününden dokuma, desenli halının üzerine, her gün bağdaş kurup oturuyordu; parmaklarıyla püsküllerini okşadığı halı yoktu!

Akşamları, çocukların borularında ellerini ısıttığı çıtır çıtır yanan kuzine soba da; sobanın arkasındaki keçi postu, keçi postuna kıvrılmış mır mır uyuyan tek gözlü kedi, kedinin bir dokunuşta kendinden geçmeye hazır sevimli hali…

Hiçbiri yoktu!

Peki ya oğlunun, içeri girer girmez ok gibi fırlayarak üzerine atladığı, hole bitişik odanın kapısı?

Onu niye göremiyordu?

Hâlbuki orada olmalıydı, bakıyor ama görmüyordu.

Yorgundu.


Belli ki, kötücül bir perde inmişti gözlerine.

Gördüğü hemen her şey bir bir siliniyordu.

Derken karısı da çekip gitmişti; sonra birer birer çocukları, ona tepsiyle demli çay getirmeyi bekleyen kızı, sobanın arkasında ileri geri mürgüleyen yaşlı anası…

Hepsi gitmişti!

Beşiğiyle birlikte üç aylık bebeği de terk etmişti evi; duvarda şahmaran desenli kilim, yanında asılı kuran, altında namaz saatini bekleyen derli toplu seccade…

Birer birer gitmişlerdi.

Hâlbuki az önce hepsi buradaydılar!

Burada ve hazırdılar; sevmeye, sevilmeye, okşanmaya; sobanın karşısında ısınmaya, karşılıklı sohbete etmeye, demli çay içmeye, bakışmaya, pıtrak pıtrak açmaya, sulanmaya, beşikte ağlamaya, keçi postunda mırlamaya, kucağa fırlamaya…

Hazırlardı hepsi!

Oysa şimdi…

Oysa şimdi, pazar pazar dolaşıp, tuğla tuğla ördüğü evinin içerisinde sessizce duruyor; şaşkın, inanmaz, anlamaz gözlerle etrafa bakıyordu.

Evin içinde kimsecikler yoktu!

Yirmi yılda ne zorluklarla tüttürmüştü bacasını! Kendi elleriyle daha yeni yapmamış mıydı badanasını?

Niye böyle her yer griydi, toz bulutu gibi duruyordu şimdi duvarları?

Mesela pencereler niye yoktu?

Karısının her sabah sevgiyle suladığı balkondaki çiçekler neredeydi? Hani şu kahverengi, kırmızı, yuvarlak saksıların içindeki çiçekler?

Ya o, içinde renk renk çiçeklerle saksıların sıra sıra dizildiği mermer küpeşteli balkon?

O niye yoktu?

Evin giriş kapısına bakıyor, bir şey göremiyordu; korkuluklarla çevrili merdiven boşluğunu, köşedeki ahşap ayakkabılığı, orada aylardır tamir edilmeyi bekleyen kırık bisikleti…

Niye yerinde durmuyordu hiçbir şey!

Mesela, üzerine şahmaran desenli kilimin çivilendiği salon duvarları, tavanda sağlam olsun diye iki demir daha fazla attıkları kirişler, üzeri kahverengi parke kaplı zemin, dış cephe duvarları…

Hiçbiri, hiçbiri yerinde değildi!

Evin içi yoktu!
 

Eğreti, bir beton parçasının üzerinde, ayakta öylece bekliyordu.

Yavaşça yere çömeldi, elini kederle dizine koydu.


Bildiği bütün sesler, sözler, kelimeler boğazında erimiş gibiydi.

Arkasına döndü, üzerine tünediği moloz yığınına anlamsız gözlerle boş boş baktı.

Yaşadığı her şey, bir yanılsamadan ibaretmiş gibi duruyordu.

Aslında ev de yoktu!