Bahardır, kırıyorlar bizi!
Bugünlerde her şeyimizden, her bir yerimizden kırıyorlar bizi.
Oysaki bahar yenilenme mevsimidir, buna rağmen nasıl da ağır geçiyor zaman, en taze yerlerimizden kırıyorlar bizi. Üzerimize üzerimize geliyor bir karanlık, üstümüze üstümüze yıkılıyor ülke, ağrıyan yanlarımızla birlikte her gün yeniden kırılıyoruz.
Bir rastlantı eseri değil bunca olup biten, ya da beklenmedik bir hatanın sonucu; hiçbir şey kendiliğinden gelişmiyor. Bilerek, görerek, hesap ederek; planlayarak kırıyorlar en ince yerimizden hepimizi.
Güzel olan her şeyimizden kırıyorlar
Uzunca zamandır bir şeyler oluyor etrafımızda. Mütemadiyen değişiyor çevremiz; yıkılıyor cümle bildiklerimiz, alışageldiklerimiz.
Şehirlerin göğe bakan yüzü ağır ağır çürüyor. Yorulup nefessiz kalıyoruz kentlerimizde, kasabalarımızda, kırlarımızda...
Atatürk Orman Çiftliği’ni parsel parsel ettiler Ankara’da; ODTÜ nün ormanlarını ise tarumar…
Nice uygarlıkların beşiği İstanbul, şimdi ağır bir kuşatmada. Göz göre göre can çekişiyor Yedikule’nin bostanları. Taksim Meydanı’nı çoktandır betona gömdüler. Kuşlar beyhude ağaçlar arıyorlar İstiklal Caddesi’nde. AKM’yi ise inadına yıktılar, karşısında yeni bir caminin silüeti yükseliyor ucun ucun…
Peki ya Narmanlı Han? Asmalı Mescit kahrından ölüyor, gördünüz mü yakınlarda?
Eski Balat’tan ne kaldı, ne kaldı Altınboynuz’dan, Haliç’ten geriye? Bir martıya kurban edildi tarihi Galata’nın Rıhtımı.
Gezi Parkı’nın ağaçları bir süredir boynu bükük, nasıl da birbirine sokuluyorlar.
Düşlerimizi şehirlerinden, ruhumuzu en ince yerinden, baharımızı çiçeklerinden kırıyorlar; güzel olan her şeyimizden kırıyorlar bizi.
Surlarından yaralı bir şehir
Sesler geliyor, derinlerden… Bir ayrılış, bir yarılma, bir kopuş mu? Yitip gidiyor sanki içimizden bir şeyler…
Geri döner mi? Tutup ellerinden kaldırsalar, kalkar mı? Yeni bir başlangıç olur mu? Geri gelir mi yıkılmış bir kenti terk eden kuşlar?
Ankara'da içine tükürüyorlar heykelin, tiyatroları yasaklıyor, Kars’ta ise insanlık anıtını yıkıyorlar… Köylerde çoktan kapattılar okulları, artık imamlara teslim oralar…
Acımaksızın kırıyorlar çocukluğumuzun hayallerini. Yeni sürgün vermiş fidanlarımızdan, dağ dağ büyüttüğümüz umutlarımızdan, en masum yanlarımızdan kırıyorlar bizi.
Allonie’yi çoktan boğdular, mülkiyetin gücüne yenik düştü Hasankeyf. Diyarbekir dersen, surlarından yaralı bir şehir şimdi o; semt semt, sokak sokak kazdılar onu, Dicle’nin kıyısında büyük bir mezara koydular onu... Şimdi, nice kavimlerin diyarı 9 bin yıllık şehir, için için ağlıyor.
Henüz büyümemiş çocukluğumuzdan, serpilip gelişmemiş kardeşliğimizden kırıyorlar bizi.
Cerrahapaşa’yı bölüm bölüm bölüyorlar
Nefes alıp verişinde halkının sağlığı vardı; Prof.Dr.Onur Hamzaoğlu’nu da aldılar! Dilinde barışa dair kirlenmemiş sözcükler, aklında bilimin ışığıyla aylardır cezaevinde yatıyor.
İstanbul Erkek Lisesi'ne ne oldu? Ya Kabataş, ya İzmir Atatürk Lisesi? Her biri bir tarih, her biri köklü çınar; dallarını birer birer kırdılar!
564 yıllık bir tarih; Fatih’in emaneti İstanbul Üniversitesi'ne de kıyıyorlar.
Duydunuz mu, Şişli Eftal’e de göz koymuşlar; Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri hapiste, Çapa’nın hocalarından geride kim kaldı?
Savaş isteyene madalya, akademisyen kanında banyo yapmak isteyen mafya liderine plaket, barış isteyene ise hapishaneyi reva görüyorlar.
Hiçbir şey durduk yerde olmuyor, Cerrahapaşa’yı bölüm bölüm bölüyor, akademinin ateşini söndürüyor, bilimin ışığını kırıyorlar.
İyiden iyiye titriyor kalbimiz, çocukluğumuzu çiçeklerinden koparıyorlar.
Yüreğimizdeki iyiliği, kalbimizdeki cömertliği, içimizdeki güzelliği kırıyorlar.
Ve biz giderek daha çok üşüyoruz. Durmuyorlar, üşüyen yanlarımızdan da kırıyorlar bizi.
Güvercin tedirginliğinde geçiyor ömrümüz
Hemen her gün, en ağrılı haberlere uyanıyoruz.
78'lik Sise Nine hala cezaevinde, ölüm akıyor duvarlarından zindanların. Jandarmalar kapısında nöbet bekliyor doğuma giden hamile kadınların.
Hastaymış Halime kadın, vermemişler ilaçlarını; raporlarını da öyle… Yakınlarda duydum, sağ girmişti duvarların arasına Halime, ölü çıktı geçende…
75 lık Perihan Anne ise ağır suçlu! Ankara'nın Yüksel Caddesi'nde her gün. Kalbi, ekmeğinden, işinden edilenden yana. Bir kenara çekip kafasına kafasına vuruyorlar. Annemizin kafasını, bizim de kalbimizi kırıyorlar uluorta başkentin ortasında...
Bir güvercin tedirginliğinde geçiyor ömrümüz. Ürküyoruz… En ürkek yanlarımızdan kırıyorlar bizi.
İyiliğe, umuda, sevgiye dair bir şahlanış
Günlerden 30 Nisan.
İzmir’de Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi'ndeyim. Oraya giderken, dünya çapında bir olaya tanık olacağımı bilmiyordum…
Piyano son dokunuşunu yapıp yan flüt son kez üflediğinde salondan kıyamet gibi bir alkış yükseldi. Tüm salon ayaktaydı, alkış tufanı dinmek bilmedi bir süre… Konser salonunu, merdivenler dahil hınca hınç dolduran kalabalığın dinmeyen alkışlarının nedeni sahnedeki tek bir kişiydi...
Oturduğu tekerlekli sandalyesinde hareketsiz duruyor, önündeki bilgisayarın ekranındaki şekiller üzerinde oynattığı gözleriyle yan flüt çalıyordu! Bir yanda piyanist Cengiz İnal’ın dokunuşlarının tınıları kulakları okşuyor, öte yanda adamın gözlerinin bakışlarıyla yan flüt inliyor, salonu J.Sebastian Bach’ın 3 nolu süitinin büyüsü dolduruyordu…
Birden, kırılan kalbimizin yeniden onarıldığını hisseder gibi oldum! Ürken yanlarımızdaki o tedirgin kıpırdanışın ağır ağır söndüğünü; yerini iyiliğe, umuda, sevgiye dair bir şahlanışa bıraktığını hissettim...
Aşkın ve umudun melodileri
Dünyada yaşanılan bir ilkin tanığıydım. “Nefes varsa umut vardır” ALS farkındalık dinletisindeydim.
Bilgisayar ekranına bakarak yan flütü çalan göz doktoru Dr. Alper Kaya’dan başkası değildi.
1992 yılında yakasına yapışan ALS hastalığını tiye alan, kendi öz yaşam öyküsü üzerinden yaptığı Dört Duvar Bir Pencere adlı belgesel filmiyle Altın Koza ödülünü heybesine atan, ilerleyen hastalığının ellerine musallat olmasına rağmen geri kalan tek parmağıyla yazdığı “Tek Parmağım” adlı kitapla hastalıkla alay eden bir insan ustasıydı o...
Şimdi ise dünyada ilk defa “The EyeHarp” adlı göz kontrollü ara yüzü programını kullanarak gözleriyle müzik icra ediyor, bu muhteşem geceyi insanlığa armağan olarak sunuyordu...
Barselona Pompeu Fabra Üniversitesi Müzik ve Makine Öğrenme Laboratuvarı araştırmacısı Zacharias Vamvakousis, omurilik felçlisi arkadaşı için bir yazılım geliştirmiş, sonradan bu yazılımı ALS hastalarının müzik yapabilmeleri için uyarlamıştır. Ortaya, bir bilgisayar yazılımı yardımıyla insanın göz hareketlerini kullanarak müzik yapmasını sağlayan “The EyeHarp” teknolojisi çıkmıştır.
İşte, dünya çapında bir olayın tanığı olduğum o gün, Zacharias da salondadır.
30 Nisan günü, Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nin sahnesinde, elindeki akordiyon ile Dr.Alper Kaya’nın gözleriyle çaldığı Zeybek havasına eşlik etmektedir. İkilinin dinletisi bittiğinde, salon alkıştan yıkılır.
Bir kez daha derlenir, toparlanır kırılan cümle yanlarımız. Sinirlerimizi saran tenimizdeki o soğuk perde kalkar; hayata, insanlığa, geleceğe dair sımsıcak bir düşer dönüşür. Hüznün, acının, yok etmenin yerini baharın, var olmanın, yeniden doğmanın heyecanı alır.
O an bir kez daha emin olurum; ne heykelin içine tüküren akıl, ne sanata düşman zihniyet, ne insanlık anıtını yıkan garabet; hiçbir şey ama hiçbir şey dindiremez, bir kez başlayınca, insan yüreğindeki o coşkulu fırtınayı.
Dr. Alper Kaya’nın gözlerinden notalara bulaşan ışık, hayatı tiye almanın, meydan okumanın, aşkın ve umudun melodilerine dönüşür.
Kırılan cümle yerlerimizin birbiriyle yeniden kaynaşmasıdır bu.
İyiliğin bir kez daha kötülüğe galebe çalması, umudun yeryüzü coğrafyasıyla yeniden buluşmasıdır bu.