Dün Cihangir'de çekim sırasında İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi ve dünyanın en güzel ve başarılı oyuncularından Monica Belluci yazarımız Yusuf Eradam'ın objektifine yakalandılar. Aşağıda yazarımızın kendisini de şaşırtan anı-yazısını ve fotoları bulacaksınız.
Yusuf’un Gözleri ne göreceğini ne bilsin? Pazartesi günü beklendiğini bildiğim yazımı bitirmeye çalışıyorum. Güneş de dışarı çağırıyor beni. Çıkmadan önce internet posta kutuma bakıyorum. Kanadalarda ‘İkilem’ (Dilemma) adlı kısa filmi ile ödüller almış genç yönetmen arkadaşım Başak Büyükçelen’den yeni bir ileti var. Kitaplarımı bulmuş, okuyormuş. Ne güzel, ne incelik. Gönder de okuyalım diyenlerden değil. Ankara’da sergilenen Martin McDonagh oyunu benim çevirimle sergileniyor. Yastık Adam oyunu ve itaat kültürü odaklı bir yazıyı bitirmeye çalışırken dışarı atıyorum kendimi. Sonra olanları Başak’a yazdıklarıma benzer aktarayım size de:
“Niye bunaldım yazarken bilmem, yazıver olsun bitsin ama olmuyor, birçok ölçütüm var. Oyunu ben çevirdim diye yüceltmemem lâzım, emeği geçen herkese vefalı davranmam lâzım, itaat kültürü ve otoriter kişiliklerle uğraşmam lâzım, ille de ironi yapacağım, bir iki kitaba, başka yapıtlara gönderme yapıp farklı alanlara dikkat çekeceğim, merak ettireceğim okuru, her şeyi hazır hap gibi vermeyeceğim okuyucuya, araştırsın, okumanın bir öğrenme süreci olduğunu, birkaç sayfalık yazıdan bir dolu yöne saldırmak güdüsüyle çıkabileceğini bilsin, dilime dikkat edeceğim, hep kardeşlik aşılayacağım, ötekileştirme illetine dikkat çekeceğim, egomu ya da ‘Türkçe’ meali ile nefsimi geride tutacağım. Edgar Allan Poe kuramı seviyorum madem, yazdığım bir eleştiri değil, bir deneme olacak, hem de döngüsel kurguda, tek etkili ve daha neler neler, derkeeen sarmısaklı yoğurt yiyeyim de devam edeyim dedim, yoğurt kaşıklarken ‘meyillere’ bakayım dedim ve size yakalandım haliyle.”
“Bugün olağandışı bir gündü. (olağanüstü müydü, bilmiyorum). Dışarı çıktım, eski kadim komşum Ufuk Bey ile buluşup çay içeceğiz. Apartman kapısında sakallı bir genç önüme çıktı. “Abi dördüncü katta kim oturuyo?” Ben: “Sen kimsin de soruyorsun?” Şey, biz film çekiyoruz, Monica Belluci oynuyor, şu karşıki boş apartmana konuşlandı kamera. Oyuncumuz da burada balkona çıkacak.” “Bakiym,” dedim, “hangisi?” Gösterdi. “Şu emniyet alarmlı kat.” Tüh, bende emniyet ne gezer. Şöhret beni gene ıskaladı. Hayatım teğet geçiyor hep şöhrete. “İlle de o daireyi istiyorsanız çalın zilini, evdeyse çıkarsınız balkona.” Allah Allah! Homurdana homurdana gittim Firuzağa meydanına.”
“Musalla taşı yanında masa bulduk güneş altında çay içtik, ben yan masada keyif düşkünü kızların sigara dumanından bunalıp kalkıverdim: “Kristal önünde oturalım” (Bu huyum da kötü huylarımdan, bunaldım mı gidiveririm, kaçıveririm). Ufukcum beyefendi, yudumlayıverdi çayını çabucak. Gittik karşı köşeye oturduk. Aaaa dönercinin fotoğraflarını da genç sinemacılar çekmiyor mu? Üçü birden sigara içiyor. Pesuphanallah. Rüzgar da onlardan yana (yani aslında bizden yana esiyor ama onların tarafını tutuyor anlamına), duman yine benim burnumda. Çocuuukkklaaar, arkadaaşşlaaaar! Lütfen, açık havadayız, bıy bıy bıy! Huysuz adama tahammül edip uzaklaştılar, sigaraları söndürmeden. Onlar uzaklaştı ama rüzgâr uzaklaşmayınca duman da yine bize geldi.”
“Sonra Ankara'dan genç yazar arkadaşlar geçti yanımızdan, canlarım Barış Acar, Nurten ve genç yazar arkadaşım, gururum Elif Çınar. Onlara seslendim, hasret giderdik, sohbet ettik. Derken sohbet bitti evin yolunu tuttum gerisin geri, nasıl olsa şöhret de başkasının balkonunda, pis talih! Bir kat aşağısını kiralasam olmaz sanki.''
“Benim sokağa dönünce bir de ne göreyim, farklı insanlar, üçayaklar, kameralar basmış her yanı. Kenardan kenardan evimin olduğu sokağa döneyim usulca. Filmcileri kendi başlarına bırakayım. Köşeyi dönecekken ben denize doğru, aşağıdan bana doğru köşeyi yaşlı bir kadın dönüyor. Burun buruna geliyoruz. Dar kaldırımdayız, ince zayıf, zarif, yabancı gibi, güneş gözlüklü, genç gibi ama saçları niye öyle kırlaşmış, ah canım bu genç yaşta kır saçlı…eliyle usulca ağzını burnunu da kapatıyor, kim bilir ne derdi var da kaçınıyor benden, belki de korktu, ben parkalı pos bıyıklı, korkmuştur tabii. Ama bu saçlar boya gibi. Aaa niye bu kadını tanıyorum ben...derken üçayaklılardan biri kadına seslendi: Hey Monica, viens ici.
Monica Belluci'nin, Cihangir'deki çekimlerinden T24'e özel kareler...
Aaa monica monika, aaa! Mon dieu! C'est Monica Belluci!”
“İngilizce ‘Hi’ mı, helloyy mu desem, moncur boncur mu, je t'aime mötem, sanki dilim gitti, yerine babamın köselesi geldi oturdu, babam da sağlam çivilerini çakıyor tak tak, sesim çıkmıyor. Öyle fotoğraflardaki gibi bir tanrıça değil. Tebdil-i kıyafet halinde dolaşıyor. Yok bir de Tanrıça haliyle dolaşsaydı. Daha neler Yusuf. Ansızın sokak benden kaçtı. Sokak set olmuş, tanrılar, tanrıçalar basmış her yanı. Ben evime kaçayım. Koştum, çoğunlukla gelmez aklıma ama bu kez alt katın balkonuna çıkamamışsa, çekimi ben gelene kadar bitirememişlerse, bana fotoğraf vermek içindir. Kader ağlarını örmüşüdü. Fotoğraf makinemi kaptım balkona çıktım. …makineyi açtım... makineli tüfek gibi çekmeye hazırım. Aaaa, uyarı veriyor, pili değiştir ya da doldur diye. Allaam yaa? Yoksa Mikail sen misin?”
Pili çıkarıp şarja takıyorum. Azıcık olsun dolmasını bekliyorum. Web sitemin editörü Muharrem arıyor, Aydan’la ziyaretinize geliyoruz diye. Yaşasın, başıma gelenleri birilerine anlatabileceğim. Gitmiş midir Monika, benim balkondan yana döner mi ki? Usta yönetmen Ghobadi nerede? Onlar gelene kadar foto çekiyorum birkaç tane, yeniden şarja takıyorum pili.
“Tanrılar ziyaretime geldi bugün Başak. Popüler tanrılar:)) Popüler kültür dersi veriyorum diye hallendim, halüsinasyon görüyorum; dün de Siyah Kuğu’yu izledim ya. Belki Natalie Portman’a özendim. Bütün bunları hayal ediyor olmayayım.”
Allahtan fizik hocası değilim. Ya Einstein’ı görseydim. Hayaldir hayal diyerek tekrar çıkıyorum balkona. Fakat o da ne! Monica beklemiş beni, benim pilin birazcık olsun dolmasını. Canım ya. Ghobadi de kalabalık arasından çıktı. Uzaktan da olsa sette fotoları var elimde. Bir yerlerden bir hişt pişt sesleniyor gibi birileri: “Hişt amcaa, beyfenndiiiyy, lütfen fotoğraf çekmeyin, çekmeyin rica ederim,,,, diyo, ben niyeyse duymuyorum: Efenimmm, sesiniz gelmiyo, neyyy? Aşağıda, sokağı biz fanilere kapatmış gence karşı apartmandaki kameramanlar ispiyonlamışlar beni, bak şimdi. İnsan meslektaşına yapar mı böyle. Sanatçı, sanatçıyı gammazlar mı? (Bir an korkuyorum ama, ya kapıya gelirlerse, balkona çıkma yasağı çıktı, fotolar için bu kadar ödeyeceksin ya da makinene el koyacağız, açmam kapıyı ben de.)
Böyleyken böyle... gazetecilik zor iş. Muhabirlik daha zor, anladım. Ter boşandı her yanımdan.
“Rastlantı diye bir şey yok diyenlerin alnı küçük olur, ben karışladım, oradan biliyorum!”
“İyi geceler Başakcım. Ben yazımı bitireyim.”
“PS: Monika'nın parmakları ne kadar uzun. Piyano da çalıyordur. Ekteki fotoda öndeki Ghobadi, arkadaki Monika. Kahve kokusunu aldılar, bana geliyoLLar. Hiii, salon da nasıl dağınıııkk :)))”
Başak’a iletiyi attıktan sonra Muharrem ile Aydan geliyor, kahve içip kurabiye yiyoruz. Hep böyle oluyor diyorum. ‘Ünlüler’ teğet geçiyorlar, giriveriyorlar hayatıma, çıkıveriyorlar. Harold Pinter, Salman Rushdie, Paul Auster, Sezen Aksu, Nilüfer, Aysel Gürel… daha niceleri. Ahmet Kaya ve Yıldız Tilbe ile nasıl tanıştığımı T24’te ‘yeri gelmişken’ diyerek anlatmıştım. Muharrem de “Hocam yazsanıza ‘Teğet’ başlıklı bir anı kitabı” yazın, diyor.
Hep birlikte çıkıyoruz balkona. Aydan çığlık atıyor, en sevdiğim oyuncu şair diyerek. Yılmaz Erdoğan da gelmiş aşağıdaki sete. “Sen onun seni sevme ihtimalini mi sevdin yoksa Aydan?” diyorum. Aaa, Ahmet Mümtaz Taylan kardeşim de gelmiş. Ahmet telefon ediyor. El sallaşıyoruz, Yılmaz Erdoğan saygılar hocaya diyor. Duyuyorum sesini. Fotoğraf makinemi yeniden elime alıp çekemem şimdi ‘tanrıları’ iş üstündeyken. Göz göre göre ayıp olur. Gizleniyorum, demirlerin arasından son bir kez daha basıyorum deklanşöre, bu kötü bir foto olacak biliyorum. Evimdeyim ve niye gizleniyorum, bilmiyorum.
Belki rastlantı diye bir şey hakikaten yoktur da sevgili arkadaşım Macide Tanır’ın inandığı gibi bir makine vardır belki de, bir bilgisayar. Her şey oraya kayıtlıdır da biz o kayıtlar başımıza geldikçe rastlantı diyoruzdur. (“Canım benim” deyişini özledim Macide! Makinelere bağlamışlar seni, arıyorum sesini duyurmuyorlar! Yakında iyileşeceksin ve bana yine çay yapacaksın, biliyorum!)
Ah hayat! Ben ne biliyorum ki.
Gergedan Mevsimi adlı yeni filminin çekimleri için gelmiş tanrılar meğer. Güneşli bir Pazar günü Boğaz'ı seyreden kalabalık hemen yanı başlarında ünlü sinemacıların sette çalıştıklarının farkında bile değildiler. Aşıklar, arkadaşlar, güneşi gören herkes dışarı çıkmış Sanatçılar Parkı'ndan 'bedava' erken baharı kutluyorlarken ünlü sanatçılar da çalışıyordu. Boğaz yerine sanatçıları izleyen meraklı bir amca da gözden kaçmadı. Pek yakında, belki Cihangir’deki bu azıcık yeşil de kalmayacak, halkın bu açık alanı kullanması engellenecek. 'Sosyal tesisler' yapılacak bahanesi ile kim bilir hangi ‘seçkin’ insanlara 'rant' sağlanacak? Belki bu alanda çekilen son film olacak Gergedan Mevsimi. Belki rastlantılar için randevu alınacak.
Filmin ne hakkında olduğunu bilmiyorum ama nedense Eugene O’Neill’in Kıllı Maymun oyunu geliyor aklıma. (Aslında Kıllı Goril/The Hairy Ape) ve bu büyük yazarın şu deyişi: “Bir gün dünyaya goriller hakim olacak”. Bizim dilimizde, “ayılar, hödükler” da deriz. Anam olsa “ciğeri beş para etmezler” derdi ayı yerine. Ama İngilizcede “ape” demiş usta yazar. Tahmin etmiş, tutmuş. Ghobadi ve ekibinin filmi de sanki aynı fikrin altını çizecek, hissediyorum.
Anadolu kültüründe ‘ziyaret’ nedir bilirsiniz değil mi? Türbe.
Tanrılar ziyaretime gelmiş Anne. Bunda bir tekinsizlik hissediyorum ya, hayırlısı.