Yusuf Eradam

09 Ocak 2012

SATILMIŞ & BOSHLAND!

Bilim kurgu uzmanı ve yeni yılın ilk günü çok erken yitirdiğimiz canım arkadaşım...



Krakow’da fotoğrafını çektiğim bu Mefisto ile Satılmış’ın bir ilgisi yok!
BOSHLAND BURASI. GEÇTİ Mİ BOR’UN PAZARI? 
“BU KADARI DA ZEKÂMIZA HAKARET!” dedi öfkeyle, bir taksi şoförü.
Bilim kurgu uzmanı ve yeni yılın ilk günü çok erken yitirdiğimiz canım arkadaşım, CAN ABANAZIR hayatta olsaydı şöyle derdi: “Ragnarök olmasın!”
Bir cümle Can’a yeterdi, ben alışkanlığım gereği sözü uzatacağım. “Ragnarök”, İskandinav mitolojisindeki kıyamettir ya her yerde savaş ve ölüm…
Can Abanazır’ın ardından bilim kurguyu ve İskandinav yaradılış mitoslarını biraz kurcalayınca sabahın 3üne kadar, gördüm ki ateş ve buz var önce, bu çatışmadan sızan sudan kötücül buz devi Ymir doğar, koltuğunun altından bir adam ve kadın doğar, bacağından da oğlu. Ymir uykuya yatınca işte o inek Audumla gelir. Dört süt ırmağı akar memelerinden. Hem Ymir’i besler, hem de tuzlu buzları 3 gün yalayarak Buri’nin doğmasını sağlar.

İnek Audumla, Ymir ve Buri: Ressam: Nicolai Abildgaard,1790)
İlk tanrı Buri’nin de oğlu olur tabii, Bor (oğul demekmiş). Bor da Bestla’dan 3 oğul yapar. İyiliğin simgeleri Odin, Vili ile Vé. Bu üç oğul ise kötü dev Ymir’i öldürür. Bor’un oğulları, Ymir’in ölüsünden yeryüzünü yaparlar. Kanından denizleri, gölleri; etinden karaları, saçından ağaçları, kemiklerinden dağları, dişlerinden kayaları, taşları, kafatasından da gökyüzünü, dünyanın 4 köşesinin etrafına ve bu dört köşeye de yine Ymir’in etinden fışkıran bücürleri nöbetçi koyarlar. Onların adları ne mi? Doğu, Batı, Kuzey ve Güney. Bak Bak! Odin, kardeşleri ile birlikte böylece yeryüzüne ve tüm göklere hakim olur. Vışş! Bu yaradılış destanı uzar gider. Ragnarök kıyameti sırasında Odin dahil iyi devler ölür, bir dizi doğal felaket de olur, yeryüzü sular altında kalır, hayat o sulardan yeniden çıkar ve Leos Carax’ın Köprü Üstü Aşıkları’ndaki gibi veya Reha Erdem’in Hayat Var’ındaki gibi hep vardır. İki insan ile hayat devam eder, çünkü filmin sonunda Orhan Gencebay’ın bestesi, Mine Koşan’ın seslendirdiği arabesk şarkıda dediği gibi “dünyada hayat bitse de, yine ölümsüz aşk bende”. Adaletin, yeryüzünde inşası için, öyle anlıyorum ki bu 4ünün bir araya gelebilmesi gerekiyor: şiir, müzik, insan ve aşk. Ya da hayat onlarsız olmaz.
İnsanın sorası geliyor, bu nifak tohumu inek nerden geldi, niye geldi? Niye faili de, mağduru da besliyor? Hadi geldi, niye doğanlar hep erkek, soy devam etsin, kavga devam etsin, diye mi? Soyun sürmesi ile erkeğin kavga ve savaş üretmesi birçok mitosta vardır da bu mitosları uyduran da savaşkan erkeklerdir kuşkusuz. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi gibi birçok kitap da yine aynı mitosların uzantısı olarak yaratılmış yapıtlardır.
İneklerin gözlerine bakın. Her şeyi biliyor gibi bakarlar. O sükûnet, o biliş, vış ki ne vış!
İsteyen uzun uzadıya kurcalasın mitosları, ben Bor’a takıldım (Niğde’nin Bor kazasında doğmuşum ya) ve onun oğlu yüce Odin’in oğullarından biri Bragi’nin arp çalmasına, şarkı söylemesine ve şiir tanrısı olduğu gibi çok da adil olmasına.

“Bragi” (ressam: Carl Wahlborn, 1810-1858)
Şiir ve müzik ile adalet kavramı yan yana gelmiş, insanın yarattığı ilk hikâyelerde. Bragi çok güzel şarkı söyleyebildiği gibi iyi bir hatipmiş de, belâgatta üstüne yokmuş.
Boşuna demiyorum bu dünyayı şiir ve Beethoven kurtaracak diye.
Bor’un pazarı geçmemiştir! Adalet için sivil itaatsizliğin tam zamanıdır. Türkiyem, bir ‘boshland’ uçurumunda debeleniyor. Ama önsezim de diyor ki, iş işten geçmemiştir, geçip giden bir şey varsa, o da karanlıktır. Mitoslarda olsun, kıyamet tellallığı yapan yeni filmlerde olsun karanlık hep yenilir, insan soyu hep devam eder çünkü umut hep vardır, olmalıdır.
Kafka’ya esin veren ve itaat kültürüne teslim olmayan Melville’in ölümsüz karakteri uyumsuz Katip Bartleby gibi biz de bize dayatılanı yapmamayı ne zaman tercih edersek Boshland o zaman anlam kazanacaktır!
‘Bosh’ sözcüğü Türkçe’den İngilizceye geçen ender sözcüklerdendir. İngilizcede de  “nafile, boş, değeri olmayan, saçma ve kof” anlamları ile yüklüdür. Bir sava göre 1830-35 yılları arasında girmiştir İngilizceye ve İngiliz yazar James J. Morier’in (1780-1849) romanı Ayşe (Ayesha) içinde kullanıldığından bu yana popülerlik kazanmıştır.
Türkiye’miz, benim ömrüm boyunca, incelikli oyunlarla, özellikle “Ben senin için daha iyisi neyse onu bilirim, sen yorma kendini, otur bana oy at, biz senin için hayatını düzenleriz, senin hayrına ne gerekiyorsa yaparız, üstelik seni de buna inandırarak yaparız” diyen bir hegemonya ile ‘Boshland’a dönüştü. Medya, basın ve edebiyat, sinema ve müzik başta olmak üzere popüler kültür ürünleri de kitleleri peşinden götürdü ve kayıtsızlık ile karışık karakter dönüşümümüzü hızlandırdı.
Nurlar içinde yatsın, evimde Mozart ile yan yana duran Azer Bülbül gibi “sahici”, sahiciliği (Reha Erdem yorumu ile) kendine bile yalan söyleyebilmesinde yatan, “kendiliğinde yoklanan/hiçlenen” şarkıcıların ve arabeskin de yardımı ile, yıllardır incelikli bir süreç boyunca, yenilmiş, ıstırapla inleyen, kendine jilet atan ve telef olma edebiyatı ve sanatının tuzaklarını ilah ya da seçilmiş olduğu yanılsaması ile birleştirip değer sorununu hallettiğini sanan kuşaklar yetiştirdik.
Atı alan Üsküdar’ı geçmiş midir peki? Atın Üsküdar'ı geçmesi ile,  memleketim Bor'un pazarının geçmesi aynı anlama gelmiyor. İlkinde iş işten geçmiştir, ikincisinde ikinci bir alternatif vardır deniyor, “umutsuzluğa kapılma, Bor pazarına geç kaldıysan yarın Niğde'nin pazarı, malını orada satarsın” deniyor. Kaldı ki, “Bor pazarında satacam ben malımı!” diye ısrar ediyorsa bir eşek sahibi, o pazarda önemli bazı değişiklikler yapabilir, yapılması için çaba sarf edebilir, tühlenip Niğde yollarını eskitmek yerine. Örneğin, Bor pazarı 24 saat açık kalabilir ve herkese eşit koşullarda davranılabilir, malının değerini orada bulabilir, emeğinin karşılığını orada bulabilir, sömürülmediğinden emin olabilir; eşeği olan da olmayan da o pazardan hep yararlanabilir ve Niğde ya da başka pazarlarda aramayabilir ekmeğini.
“Görelim bakalım, gün ola devran döne” dersek, sadece bakarken bulabiliriz kendimizi. Bir şey yapmak lâzım! Yoksa bize dokunmayan yılan bin yıl yaşar! Gün ola, demek lâzım, Ahmet Arif'in dediği gibi. Devran kendiliğinden dönmüyor; dönse bu kez başkası bileniyor devranı kendi yönünde döndürmeye.
Bu Bor pazarını herkesin sahiplenmesi için bir şey yapmak lâzım; iktidar kavramı illettir, önce ondan kurtulmanın yollarını aramak lâzım. Belki de dönen devranda bir terslik vardır. Bakıyorum da çünkü hep kısır döngüdür benim yaşadığım, döngü değil. Belki de önce "pazar" mevhumundan kurtulmakla işe başlayabiliriz, çünkü doğduğum ilin, Bor'un atasözü artık atıllaştı, tüm dünya "pazar", herkesin dini imanı da para oldu. İmece seven, paylaşmayı, birlikte üretip birlikte yemeyi seven bizleri değiştirip dönüştürdüler, fark etmedik. Temel özgürlüklerimizden, en başta da HAYIR diyebilmek özgürlüğümüzden vazgeçtik. Gençler direniyor, direnen gençler de götürülüyor. Güvenlik güçleri bir de akıl veriyor gençlere: Direnmeyin, Efendi efendi gelin teslim olun!” N’apıyor gençler? Pankart açmışlar, efendice protesto ediyorlar, karşı oldukları bir uygulamayı. Yıldırmak için, aylarca içerde tutuluyorlar. Adliyelerde tüm yakınları ile birlikte aylarca, yıllarca sürünüyorlar. Bunu reva görenler de adaletin temsilcileri. Evet, bu iktidar zekâmıza hakarettir. Halkı aptal yerine koymakla kendi zekâsını ele verdiğinin farkında bile değildir.
Darüşşafaka’da öğrenci bir oğlum var artık. Emre Adıyaman. Tiyatro delisi. Haiku yazmayı öğrenmiş de 2012 yılının ilk kar yağışından sonra yazdığı ilk haikusunu göndermiş bana. Armut dibine düşüyor gibi, bakın şu haikunun ironisine, kar bütün kötülükleri örter ya, Emre de biliyor:
umutsuzluğa
çarşaf gibi gerildi
kar taneleri.
Bartleby gibi, "I'd prefer not to!" demeli. Sivil itaatsizlik zamanıdır, toplu sivil itaatsizlik günleri geldi. Şiddete başvurmadan, pasif direniş, yasal yasal karşı duruş. Temel hak ve özgürlüklerimiz içinde bu yoksa, insan olmanın anlamı da kalmamış demektir! Derslerde sivil itaatsizliği gönene gönene okutuyor da uygulamaya koyma yollarını tıkıyorsak, insanlara yitirmekten korktukları 'şeyleri' verip o fetişlere tutunarak susmalarını sağlıyorsak, buna hegemonya denir. Karşı duruşu engelleyen, yasal haklarını kullanmaya kalkışanları susturmaya çalışmak için uygulanan yöntemler toplamına da faşizm denir!
"Susma sustukça sıra sana gelecek!" derdi Cumartesi anneleri, onları destekleyen ikon sanatçılar da saf değiştirdi. Vışş! Bu ne akıllı hegemondur.
Bor’un pazarı geçmez, Salı günü vakitlice gidemediyseniz, eşeğiniz bile yoksa Niğde’ye sürecek, pazarı kaldırın, Bor’u değiştirin! Beckett de başka öğüt vermiş, umutsuzluğa karşı:
 

‎     hep denedin 
     hep yenildin,
     olsun 
     yine dene 
     gene yenil
     daha iyi yenil!
Emily Dickinson’ın “Beni Özenle Aç” (Open Me Carefully) başlıklı şiirini daha önce alıntılamıştım, içinde yaşadığımız hayatı, durumu ve sözümü daha iyi anlatsın diye son iki dizesini yeniden alıntılıyorum:
Sanki ticaret bir Hadis’e
Ansızın tecavüz etmiş gibi.
Meydandaki abideleri düşünün ve o abidelere Amerikan yapımı kementler atıp yıkmaya çalışarak, yerine kendi heykelini ya da başka abideleri dikmeye çalışmak halkın dertlerine çözüm değildir, çünkü usul usul yerini kavileştiren devirim harekâtı, kendi karşısında hiçbir kuvvet kalmadığını sandığı anda “gün olur, devran döner” diyen sinmiş halk, canına tak edene kadar susacak (ki bu da uzun vadede görene, anlayana, kısır döngü demektir), sonra sabırlar infilak edecektir ve Orwell’in Hayvanlar Çiftliği’ndeki gibi bir iktidarın hegemonyası altında ezilenler idareyi ele geçirip başka yanlış bir iktidar kuracaklardır, çünkü her gelen bir öncekinin canına okumaya çalışacaktır ve devran döndüğünde de intikamcı, diyet isteyen bir zihniyet hüküm sürerken kimlerin ekmeğine yağ sürüldüğünü görmeyen körler ülkesi haline gelinecektir.
Ekmeği yağlanan silah tüccarlarıdır. Dini imanı para çokuluslu şirketlerdir. Büyük sermayedir, emperyalizmdir. İnsanlar birbirlerinin boğazına sarılınca, geride kıs kıs gülen, tırnak sürtüp ‘gaz veren’ hatta yangına körükle giden “cıdır atma sanatı ustaları” hep olmuştur.
Değiştirilmesi gereken budur! Borlu ağzımla gene söyledim: cıdır atmak: Ortalığı kızıştıracak, başkalarının birbirine düşmelerini sağlayacak bir laf edip geri çekilmek. Anam Necibe öyle derdi. Cıdır atan, cıdırı atıp ortalığın birbirine girmesini sağlayan ve bundan nemalanan zihniyeti çok kimlikli ve çokkültürlü Türkiye Cumhuriyeti fotoğrafından kadrajlayıp çıkarmak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, bu verimli topraklar, bu bol güneşli ülke hepimize yeter! Kadraja zorla giren iktidar illetinin, kapitalizmin, emperyalizmin öğrettiği paranın gözüdönmüş yoludur; bizi mal, mülk düşkünü yapan, araba ve cep telefonu gibi eşya fetişisti yapan itaat kültürünün egemenliğini sağlayan kitsch’leşen fikrimizdir; klişelerden medet ummamızın, birbirimizi suçlayıp bir tek insan ya da parti ya da grubu suçlu bulup onu ortadan kaldırmaya çalışmakla da yine kadraja zorla giren yabancı sermayenin, kapitalin, dini imanı para uluslararası şirketlerin oyununa geliriz. Cıdır atıp, tırnak sürterek birbirimizi katletmemizi izlemek, emperyalist keyif düşkününün, kapitalist hedonistin en büyük eğlencesidir.
Mecazi konuşmayı kesersem, duyduklarıma göre Bor’un kendisi gitmiştir elden, Bor ve çevresini uluslararası şirketler satın almıştır, elmalarımız, madenlerimiz, bizim değildir artık. “Satılmadık bir arkam kaldı” diyor taksi öfkeli taksi şoförü.
Satıldık hepimiz. Bahtiyar köleler olduk kimimiz, ondan çıkmaz sesimiz. Adımız “Satılmış” konsaydı belki satılmazdık. Bilen bilir, eski Türkler içinde adettenmiş, çocuk hayatta kalsın diye çirkin ya da kötü isim koyarlarmış: Köpek, domuz gibi. Birçok çocuğu ölüp giden bir aile ise çocuğunun adını “Satılmış” koyarmış; önceki bütün çocukları şeytan ya da azrail almış götürmüş ya, ondan. Bu yüzden son çocuk aileye kalsın diye adı Satılmış konurmuş ki şeytan “Aa bu çocuk satılmış madem, onu almayayım” demeyi akıl etsin!
Şeytan çıkarma ayinleri de yersiz! Çünkü Batı bize tıpkı AYİN isimli filmdeki (The Rite; hani şu Anthony Hopkins’in şeytan çıkaran ve bedenini Ba’al şeytanına ödünç veren rahibi oynadığı film) gibi Allah’a inanmak için, Şeytan’ın varlığını da kabul etmemiz gerektiğini öğretti. Biz şeytandan korkmazdık eskiden. Ablam, şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi diye dolanmıyor evin içinde de “Necati, necatiiii!” diye dolanıyor, iki dakika sonra da buluyor yitirdiği neyse.
Bize SATILMIŞ isimli, yani şeytana satılmamış, aklı fikri pazarda malını satmakta olmayan, bir pazarı kaçırırsa, eşeğini başka pazara sürmek gerektiğini öğrenmemiş, birine beş katmaktan başka şeyler düşünen, imeceyi geri getirecek, her kimlikle, her inançla barışık ve nefsinden sıyrılmış bir lider lâzım! “Satılmış” isimli bir önder, bir can lâzım bize! Can Yücel gibi bir can.
Yıl sonuna kadar bu noktada da Türkiyem, Boshland olmuş gibi görünüyordu ama halkın sabrı taştı. BU KADARI ZEKÂMIZA HAKARET! Kontrolsüz cehalet, ipini koparmış doludizgin gidiyor, dedi bir taksi şoförü. İstanbul taksicileri bazen deli eder insanı, bazen de felsefe doktorası yapmış bilgelikte konuşurlar böyle.
Sabrı taşanların yaptığı hataları yapmamalıyız, birbirimize düşmemeliyiz. İktidar, hele hele Amerikan kementli iktidar hep bunu ister. Biz birbirimize düşelim, onlar kerevete çıksınlar. Aman dikkat! İnek Audumla, her iki tarafı da besler, unutmayın.
Ben iyisi mi bu fikirlerimi bir tiyatro oyunu ya da bir film senaryosu olarak yazayım da milleti biraz daha uyandıralım önce. Bilinç ve bellek tazelensin. Yüreği satılmamış birine değer belki.
“Kapı” başlıklı şiirinde Miroslav Holub “Git, bir kapı aç” diyor. “Git, git de bir kapı aç./ Sadece karanlıksa/ bile kapını çalan,/ sadece kof rüzgârsa/ kapın önünde seni bekleyen/ hiç bir şey olmasa bile orada, / git de bir kapı aç. // En azından bir cereyan olur.”
Yeni yılda aklımızı başımıza alalım boş laf konuşmayalım! Kişilere, gruplara saldırıp kan dökülsün isteyenlerin tuzaklarına düşmeyelim, ideolojiye çıkışalım. YETER! diyelim, efendi efendi.
En azından Katip Bartleby gibi “YAPMAMAYI TERCİH EDERİM!” diyebilelim.
Emily Dickinson bir şiir ile zincirlerimizi kırmak için ses temrinine de hemen başlayalım

Zırdeliliktir en kutsal Duyu
Gören göze—
Zırduyu – cıscıbıl Delilik—
Bunda hüküm süren—
Herkesmişcesine, Çoğunluktur—
Uy—aklın başındadır—

     Uyma—düpedüz tehlikelisindir—
Ve Zincirle zaptedilesi—
Önsezi (hissi kablelvuku) ile söylüyorum, karanlığın en yoğun olduğu dönem, gitmekte olduğunun da muştusudur, bütün yıldızlar gibi hepten yok olmadan önce en yoğun, en parlak dönemini yaşar karanlık. Muhteşem yüzyıldan sonra gelmemiş midir, duraklama devri, gerileme devri ve imparatorluğun tükenişi. Bu yazgıdan hiçbir iktidar muaf değildir. Yeis de haliyle gereksizdir. Aydınlık umudumuz bitmez, tükenmez.
Emily teyzem de bunu söylüyor şu kısacık “Presentiment” başlıklı şiirinde:
– Çimin üstündeki upuzun gölgedir – Hissi kablelvuku

Ne Güneşler batmaktadır ya, bunun işaretidir –
N’oluyor diye afallamış Çimen’e tebligattır –
Geçip gitmek üzeredir – Karanlık ya bu–        (Türkçesi: Yusuf Eradam)
YAZIMA NOT:
Karanlığın geçip gitmekte olduğunun kanıtları, karanlığın geçtiğimiz yılki işlerinin envanteri üyesi bulunduğum Pen yazarları birliğimizin başkanı Sayın Tarık Günersel’in yeni yıl iletisi içinde yer alıyor. İzniyle sözcüğünü değiştirmeden dikkatinize sunuyorum, bilinç ve bellek tazelemek için arada sırada şu adresi tıklayınız: http://www.pen.org.tr/

PEN: 35 canımız! 2012’yi hapiste hatta mezarda karşılıyoruz.
İki gün önce şöyle demiştik:  “2011 biterken, daha doğrusu cahilce, seviyesizce ve hoyratça harcanırken, Türkiye ifade özgürlüğü bakımından en kötü ülkeler arasında.
Yüzden çok gazetecimiz, farklı görüşlerdeki aydınlar, siyasetçiler ve öğrenciler demir parmaklıklar arkasında.
Kaygı ve oto sansür yaygınlaşıyor. Eleştirel düşünenler telefonda genellikle oto sansürlü konuşuyor.
Altı üyemiz farklı gerekçelerle tutuklu olarak hapiste: Mustafa Balbay (3 yıldır), Muharrem Erbey (2,5yıldır), Ahmet Şık, Nedim Şener, Halim Yazıcı, Ragıp Zarakolu.
Şiddete daima karşı olan Onur Üyemiz Dr. İsmail Beşikçi Kürtlerin haklarıyla ilgili bir makalesinden ötürü 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Çevirmen Funda Uncu ile Ayrıntı Yayınevi Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” romanı bağlamında mahkemeye sevk edildi. (Eser “PEN-Mayıs Ayı Kitabı” seçildi.)
Metis Yayınevi, yıllık ajandasında “dinî değerlerin aşağılandığı” suçlamasıyla, mahkemede; yayıncı Semih Sökmen ile üyemiz Müge Gürsoy Sökmen ilk duruşmaya çıktı.
“Maraş Kıyımı” adlı eseri “PEN-Temmuz Ayı Kitabı”seçilmiş olan Aziz Tunç tutuklandı.
2011 biterken, hapisteyiz. Türkiye ‘açık hapishane’ konumunda. Hal böyleyken, iktidarın başka ülkelerin yönetimlerini ‘ifade özgürlüğü’ bağlamında kınamaya hakkı var mı?
2011 Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’nın ‘ucube’ denerek parçalanıp kaldırılmasına tanık oldu.
Can Yücel’in mezarı tahrip edildi. Buna yol açan zihniyet besleniyor.
Sivas katliamı ‘zaman aşımı’ rezaletiyle daha da trajik bir noktaya vardı.
Yurttaşımız Hrant Dink’in katledilmesinin ardındaki korkunç ve örgütlü ilkellik geçiştirilmeye çalışılıyor.
Medya baskı altında. Buna karşılık TRT'nin başında hakareti "üslup" sayan bir zat oturuyor.

Eleştirel kalemler
 dışlanıyor. Bilim özgürlüğüne ağır darbeler vuruldu.
İnsan hakları ve bu bağlamda dil hakları, kadın hakları, emek hakları ve eşcinsel hakları görmezden geliniyor.
Din ve dinin belirli bir yorumu dayatılıyor. Dine karşı eleştiri 'aşağılama' sayılıyor, ceza talep ediliyor. Bilimsel evrim teorisi engellenirken, çocuklara inanca bağlı bir efsane aşılanıyor.”
… demiştik ki
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin yazarları, sanatçıları terörize etmeye yönelik bir açıklama yaptı –“‘Devlet terörü’ kavramı boşuna icat edilmedi!” dedirten.
Ve 35 canımız (daha) öldürüldü. Hiçbir gerekçe ve açıklama geri getiremez onları.
2012’nin gerçekten laik, demokratik ve şiddetten arınmış bir ülke doğrultusunda olumlu geçmesini dileriz. Bu dileği paylaşan herkesin katkısı hayatî önem taşıyacak.
90 yıldır gezegende edebiyatın bütün dillerde özgürce gelişmesini savunan PEN terörün her türlüsüne karşı olagelmiştir: Devlet terörüne, örgüt terörüne, birey terörüne.
2012’de PEN mücadelesini sürdürecek. Türkiye’de, bütün dünyada. Özgürlük ve barış için.

Dünya Yazarlar Birliği PEN Türkiye Merkezi