Yusuf Eradam

04 Ekim 2010

İT ÜRÜR: DOGVILLE

Dogville burası. İtin ürüdüğü, kervanın yürüdüğü yer. Küresel inim. Yazarların gammazlandığı dönemden geçtik...

Dogville burası. İtin ürüdüğü, kervanın yürüdüğü yer. Küresel inim. Yazarların gammazlandığı dönemden geçtik, gammazlaştığı cinnet mekân burası. Ayağımın altındaki zemin vıcık vıcık. Düşmemek için Harry Potter’a mı, Frodo’ya mı, Mr. Anderson’a mı tutunsam şaşırdım. Uçurumuma çanak tutar gibi uzatıyorlar kaygan ellerini. Güç bende diyenlerin, diyebilenlerin ülkesi bu kaypak matrix içinde daha fazla duramayacağını anlayan ve Bartleby gibi “yapmamayı tercih eden” sivil itaatsizlerin aradığı sığınak, sıcacık kuytu birbaşınalığımın perde arkası. Dışı sizi, içi beni yakar.
Saat altıya gelirken uyandım, perdeyi açtım. Hiiii !! Her yerde kar var. Sinemaya gitmeyeli bir ayı geçti. En iyisi DVD’den izleyeyim. (Beş sene önce Amerika’da indirimli raflarda görebildiğimiz bu yeni tutkumuza kavuşur kavuşmaz izlediğim filme bak: Dogville)
Dogville’in sonunda suretini de gostererek ürüyen it, çocukluktan bu yana yinelenen karabasanımdaki ite çok benziyor. Ben sırt üstü düşüyorum karlar üstüne, it üstüme atlıyor, ben de bizzat itmişim gibi iki elimle onu havada yakalamak üzere ve yabanıl bir hayvan gibi fırlıyorum yerimden. Kendi hayvan sesime uyanıyorum sonra. İtle dalaşmamı hiç görmüyorum rüyamda. Hep o canavarımsı sesime uyanıyorum korku içinde ama kendi sesimi duyunca bu yaşadıklarımın gerçek olmadığını anladığımdan rahatlayıveriyorum.
Dışardan “Neşen Bilir Pansiyon” gibi görünen evimi de bilinçaltı-kurmacacıbaşımın da bilinçli yardımı ile birbaşınalığın, mutlu yalnızlığın kutsandığı bir eşik haline getiriyorum zamanla. Dışarısı ıssız. İnsansızlıktan geberiyoruz, fantastik, ithal yalnızlıklarla ve gerçek ile yanılsama karışımı eğlencelerle de şu, bu, o oluyoruz kanepe patatesi halinde ve de hatta vadaaaaaa!
Eşiğimin ıssızlaşma sürecinde farketmeye başladım ki yazar olsun, ressam olsun, yönetmen olsun, sanatçıların hepsi gammaz. Hatta teşhirci, röntgenci, şizofren, depresif, obsessif, ama ille de gammaz. İnsanların simbiosis gereği oynadığı rolleri açığa vuruyorlar, maskelerini çıkarıyorlar, ürettikleri ile tüketicilerini cıscıbıldak bırakıyorlar. İşte o kiminin çok sevimli bulduğu mor yaratıklar gibi anadan üryan vadaaaa! Bir de kafaya uygun huni, tamamdır, herkesin alışveriş sepetinden fırlarız valla: Vadaaaa! Herkes görür bizi. Varızdır o zaman.
Gandalf mandalf yok; çağır ki gelsin kurtarsın seni müsibetlerden, ellerinde çiçeklerle karşıla istersen, bir de. Gelsin de Grace’e bu kasabalıların neler yaptığını görsün, görsün de kurtarsın fazilet hanımı masumların şiddetinden. Bayan zarafet, bayan letafet, bayan nezaket, hatta hatta basbayan inayetin ırzına nasıl geçiliyor itin ürüdüğü bu yerde; gör, özgürlüğü için her şeyi göze alan cesur bir kırmızı başlıklı kızın başına neler gelirmiş gör; evet Lars von Trier’in son filmi bunu anlatmaktadır. Bayan Grace’in son eylemi, kurbanken katile dönüşmeyi seçişi de İngilizce’de “Act of Grace” (Genel Af) ile tam bir ironi oluşturur. Allah beni affetsin ama pek de güzel yapıyor Grace bacım. Oh, yüreğim yağ bağladı.
Riyalarla örülü kurumların peçelerini gördükçe içindeki iti büyütür Grace. Biz buna büyümek, olgunlaşmak da deriz. Ancak böyle kabul görürüz. Dışarısı ona dişini ne kadar gösterirse o da kendi içindeki dişleri o kadar keskinleştirir dışarısındakilere karşı. Yazar ya da sanatçı çağına tanık olamıyorsa, kendine ihanet etmeyen bir tanık olamıyorsa, filmdeki yazar bozuntusu gibi katli vaciptir de ondan. Masumiyet kimsenin tekelinde değildir. 
Gammazım ben. Şiirinden filmine, işçisinden başkanına Amerika’nın perdesini, peçesini, tesettürünü aralamaya adadım zamanımı. Sözcük gibidir peçe, perde, tesettür... ne kadar bol kesersen kumaşı, o kadar çoktur gizlediğin. Az aslında çoktur, bilen bilir. İroniyi sevişim bundandır. Nicole Kidman’ın masumlar masumu mah cemali de arkasında gizlediği harabeyi örtüşü yüzünden güzeldir. Bu güzel yüz sahibinin ruhunun ardı sırsız aynasıdır. Boyunduruk vurulan ve her daim ırzına geçilen bu masumiyetin elinden olur sonumuz.
Michigan’ın mezrası Saginaw’da hocalık yaparkenki ev arkadaşım Minnosh’un Ankara temsilcisi Ceni (Jenny yazılır, Forest Gump’ın sevgilisi gibi yani) pencere pervazında oturmuş kış güneşinin cılız sıcağında sol patisini yalıyor. Birazdan, klavyemin üstüne oturacak ve bitir şu yazıyı diyecek müstehzi bakışlarıyla. “Tıkır tıkır tıkır, sinirlerimi bozuyorsun. Sana (Dogville’deki) Musa gibi bir köpek lâzım. Har har har diye çemkirsin suratına,” diyecek.
O gelmeden ben gidiyorum onun yanına. Hayalgücümün zıvanasından dışarı bakıyorum.
Hiiii !! Her yerde kâr var!
Zıvanasızlıkta hayır vardır; Emily teyzem de doğruluyor bunu, “Much Madness is Divinest Sense” diye başladığı şiirinde. Cinayetin her türlüsünün işlendiği ve bunun da simbiosis’in kuralı olduğunu aşılayan ve itleştiğimizi yüzümüze vurur Emil’anımcım, Ceni yetmiyormuş gibi. Kula kulluk etmekten değil rahatsızlık duymak, s.kimiz toşpilimize denkleşmiş haberimiz yok, öyle bir toplu konutlaşmışız işte, adını da İtkent koymuşuz.
Görmem lâzım. (Grace gibi) hep eski madene saklı yaşayamam ben. Sonra yatalak ve işemikli June da susturmak ister beni “Şişt!” diye. Kendi sesimi duymaktan ürker hale gelirim. Bu yüzden de sadece tanık olmak bana yakışmaz; bir iki kitap yazdıktan sonra latif İclal hanım gibi inayet sahibi olduğumu deterjan reklâmlarında noktalayamam ben. Grace’in babası haklı, bu kadar inayet sahibi olmak “küstahlığın” dik alâsı. “Sen ne demeye görmüş geçirmiş, dönmüş bir daha görmüş geçirmiş gibi amiyaneleşiyorsun ha! Yirmi bir yaşındaysan niye otuz beşindeki göngörmüşler gibi konsomasyondasın he?” diye sormaz mı sponsorunu diktiğimin saatçi prodüktörü? Elena mısın sen ki ne derlerse haklısınız deyip sineye çekiyorsun? Bayan Azize Peşkeş olsun adın o zaman. Azizeleşmek istiyorsan, hak edeni katledeceksin, Trier öyle diyor. Günümüzün simbiosis anayasası bunu buyuruyor. Kim mi hak ediyor: Kendileri ceset, ama dikenleri hâlâ başkasını yakan güller hak ediyor. 
İlerleme dediklerinin yüreğinde de işte bu kıyım ahlâkı yatıyor. Kendi kıyım kitabınızın illüstrasyonlarını da kendiniz yapmanız gerekiyor. This is Turkish you know! Halepçe’de kimyasala boğduğunuz insanların yere can havliyle tutunacak bir el arayışı ile Saddam’ın ağzına giren plastik eldivenin ne kadar el oluşu arasında yatan cinas ve ironiden insanlık durumuna ilişkin çıkacak ders önünde sonunda iktidar diyor, iktidardır illetlerin şahı. Kendi kendimizi gözetleyen Biraderleriz her birimiz. Belleğimde o kadar katliam var ki karşıma çıkan ilk fazilet hanımı belleyeceğim; belleyeyim ki anlasın inayet abidesi olmak ne demek. İt böyle ürümüş, kervan böyle yürümüş. Karanlık da kahve dövücüsünün hınk deyicisi olmuş da bütün çirkinlikleri, pislikleri gizlemiş. Bana şükreder. Hayatta kalabilmeyi ancak böyle öğrenir. Niyetim kötüyse namerdim.
Biz erelim muradımıza, siz çıkın kerevetimize. Kerevetim evrenin sessizliği, hep kendimi işittiğim İtkent. Yakında metro da yapılacakmış İtkent’e. Varoşlardan uzak yaşarsınız, kendi İtkent’inize taşının hemen.
Öküzün altı buzağı dolmuş amanın. Zıvanama gömülmenin alemi yok. Baksanıza güle, kendi ölmüş ama dikeni hâlâ can yakıyor. Belleğin de var bir iti, deşer durur içinde kıvrılmış güvenle uyuduğu cenini.
Eşikte zıvanadan çıkmak böyle bir şey. İnsanın kendi iti kendi yüzüne duruyor.

NOT: Bu yazı Eradam’ın “Aşk: Faili Meçhul Cani: Zıvanasız Denemeler” başlıklı kitabından alınmıştır.