Camino uzunluğu ve aşırı duygusallığı yüzünden belki daha ciddi iletiler verme firsatını kaçırıyor ama hayatımıza kimler nasıl müdahale edebiliyor, bunu görebilmek ve gerçeklere aymak üzere uyanmak için Haliç’te Yaşayan Simonlar'ı okuduğumuz gibi Takva, Takiye ve Camino gibi filmleri de mutlaka izlememiz, izletmemiz ve düşünmemiz gerekiyor.
Takva, baş karakterinin Allah yolunda sermayenin döndürdüğü dolapları ‘içselleştirmesi’ (introjeksiyon) sonucunda aklını yitirmesi ile bireyin telef oluşuna dikkat çekerken, gerçek müminler için ötekileştirilen ‘Allah yolunda büyüyen İslami sermaye mafyası’ ya da çağımızın yeni şerri, dışlandığı yerde kalır. Ne sebeplerine inilir, ne de çaresi düşünülür. Takiye’deyse, bu kez Almanya’daki sermaye için yılda 20 milyon avro gibi bir rakam telaffuz edilir ve karakter-ekseni çevresine örülü olay örgüsünde, bu kez Metin’in ailesini yok eden aynı şerden öcünü almaya çalışması anlatılır. Metin’in “Şerefim beş paralık oldu” diyerek intikam peşinde koşmasına sadece annesi tepki verir: “Gurur yüzünden aklınız fikriniz öc almakta!” diye bağırırken, aslında kastettiği kibirdir. (İkisinin karıştırılmasına kızıyorum).
Metin’in adıyla müsemma yolunda varacağı nokta yine secdeye durmaktır, çünkü kardeşi “Katil olmak için mi yıllarca camiye gittin” diyerek onu ‘vicdanlı’ olmaya davet etmiştir ve de bu da filmin ahlâkçı olduğunu gösterir. (Tarantino böylesi bir ahlâkçılığa güler). Metin, evi, ailesi yakıldıktan sonra acı içinde yere secdeye duracakmış gibi düşer. Sinema dilinde filmin sonuna önsemeymiş, sonra anladık. Allah yolunda gerçekleşen kıyımların gerçek müminlerin canını nasıl yaktığını gösteren ironiyi sevdim. Metin’in namazı camide değil de, rahmetli annemin yaptığı gibi, evde kılışı da iyi bir seçimdi. Bu seçim, inancın birey ile inandığı varlık arasında olduğunun altını çizmiş, namaz kıldığınızı başkasına göstermek zorunluluğu ortadan kalkmış oldu, inancın müessese, şirket bağlantılarının şerre ve deyyusa alet olduğu noktaları da gerilim ve aksiyon filmi kalıplarına uygun verebilmişti ama içe de kapanmış olduğundan, Metin ve ailesinin dışındaki erkin yine dışarda bırakılması ile de bitmiş oldu. “Bundan ötesi Allah’a kaldı, kötüleri Allah’a havale ettik” denmiş oldu.
Opus Dei ve benzeri tarikatlar, cemaatler, Tanrıyı putlaştırırken, insanı değersiz ve aciz kullar, kuzular haline getirirler. Camino’daki tarikat görevlisi kadının adı İnes de bu anlama gelir. Kuzu kuzu her söyleneni yapışı, “ben kimim ki” deyişi bu yüzden. Emre uyan bir askerdir bu kadın memur. Her tür korku bu amaç için yararlıdır. Takiye’deki ‘Jimpa Hüseyin’ karakteri, Metin’e “Dinimizin emirlerini yerine getiriyorum, senin ailen şehidimiz oldu, her şeyi Allah için yaptım” derken başka mihrakların, orduyu temsil eden ve yok etmek üzere emir verebilen bir mihrakın da bireysel ötekisi haline gelmiştir ve bu yüzden katli vaciptir. İkili karşıtlıklar formülü, ya da ak-kara karşıtlığı diyelim, olaya dayalı, empati kurdurup heyecanlandırarak izleyici sayısını artırabilen böyle filmlerde başvurulan beylik örüntüler yaratmak için elzemdir.
Korku üret, para bas. Kapitalizmin özündeki bu gerçek, kapitali kullanan din kurumları şerrinin de bildiği ve hayrını gördüğü bir formüldür. İspanyolların “plus ultra”, Amerikalıların “Ask for more”, bizim de “Daha yok mu?” diyerek hep fazlasını isteme halimiz, yedi temel günahtan açgözlülüğü söyler, ama istilayı, emperyalizmi de besleyen kaynaklardan, temel direklerden biri olduğu genellikle es geçilir.
Siyasilerin putlaşmak arzularını, putlardan hayatımızı karartan mah cemali melâike sınıfı yaratmak isteyenlerin akıl hastalıklarına tanı koyup onların ruhlarını deşmek işi psikiyatristlere mi kalsın? Kalsın. Jean Cocteau demiş ki “Putu yıkmak isteyen putlaşmayı göze alır.” Bu yol hayatsa eğer, insanın yoludur. Deus ile deyyusun değil. Deus sandığımız deyyus olabilir. Daha önce de yazmıştım, Canetti’nin dediği gibi, şeytan Tanrı’ya asla ihanet etmedi. (Bunu söylemek bile Tanrının ya da Şeytanın varlığını kabul etmek demektir ki sanırım Camino’yu sevme sebeplerimin başında bu fikrin boş kanepe görsel mecazı ile dışlanması geliyordu). Çünkü “Yeni Şer” dediğim, yılanın tarihi kadar eskidir. Masalların, mitlerin, efsanelerin başlangıcına kadar gidebiliriz izini sürersek. Tıpkı, Katil Doğanlar filminde kızılderilinin anlattığı çerçeve öyküdeki yılan gibidir. Bu öykü şöyleydi: Yılan yaralıdır, adam onu iyileştirir fakat yılan, canlanır canlanmaz karakteri gereği, onu iyileştiren adamı sokar. Saftirik adam buna hayret ederek sorar yılana: “Ben senin hayatını kurtardım, seni besledim, iyileştirdim. Bana bunu niye yaptın?” Yılan, kendinden emin, yanıtlar: “E, sen beni beslerken, yılan olduğumu bilmiyor muydun?
Bu yanıt, yılanın kendisine/doğasına ihanet etmediğini de anlatır. Deus & Deyyus markası altında gözleri faltaşı kapalı kişilerin, hatta iyi niyetli, inançlı ve imanlı kişilerin ve kitlelerin kullanılabileceğini de ima eder. Bilen bilir, bilmeyen bir tutam mercimek sanır.
Tim Burton’ın filmi Büyük Balık’taki (Big Fish) öykü anlatıcısı (hatta mitoman) babanın sofrada dediği gibi, inanca laf etmek yanlıştır, ben de bunu doğru bulmam; gerçekten inananlar incinebilirler diye, ama Tanrı fikrini putlaştırıp bu putu rantlaştırmayı, din kurumları aracılığı ile kan dökmeyi, halkın, halkların iliğini soğurmayı, Allah yolunu iktidar yoluna alet edilmesini marifet ya da kendilerine yol bilen sömürgenlere laf etmeyi görev addederim. Onlar ki dinleri imanları paradır, kapitalizm illetine kul olmuşlardır. Onlar ki paraya tapanlardır, kendi kuyularını kazmaktadırlar. O kafalarda Deus ile deyyus aynıdır ve son kullanma tarihi yoktur ve ağuyu bal niyetine yemiş cahil yetişkinler, mutlu köleler suspus olmak zorundadırlar.
Bol ödüllü filmlerden bile tatmin olmadan çıkışım bu yüzden. İçimdeki velet “Elinizden gelenin en iyisi, yeterince iyi değil!” diyor hep. Çünkü romantizmi çok ciddiye almak gerekir, devrimlerin yolunu açan ciddi bir akım ile aşırı duygusallığı ya da melodramı aynı kefede değerlendirmemeli ve kurbanların öte tarafta ödüllendirileceğini ima etmek de aynı endüstrinin masallarında sıklıkla görülen bir yalandır. İyiler, gerçek imanlı kişilerin önünde sonunda ödüllendirilecekleri sözünü sinemada ya da sahnede izleyenlere vermek geçici olarak rahatlamamıza yol açar (katarsis). Ama bu gerçek-miş gibilik, izleyene yaşatılan bir sanrıdır, delüzyondur. Hastalık. Gerçekler dünyasının marazlarına hazırlıksız yakalanmamıza yol açar.
Camino’nun babası gerçeklere niye geç, hatta çok geç aydı? Hep bu sanrılarla dolu örüntü yüzünden. Baba Jose olan biteni filme alacağım derken gerçekleri görmüyordu, bu da çektiği film içinde kendisinin olmayışı ile belirlenmişti, Camino bunun farkındaydı. Böylelikle hem ‘Tanrı yok ya da kayıtsızdır’, hem de filmin metin olarak hayatın ta kendisi olduğu fikri iması yapılmış oldu. Takiye’deki anne farkındaydı, ama o da evlatlarının yazgısını değiştirecek güce sahip olmadığı için mutfak masasına oturup kaldı, umarsızca. Erkekler dünyasının elindedir bu deus & deyyus örüntüsü ve kadın, tarihi boyunca olduğu gibi, yine iç mekâna, odaya, hatta mutfağa kıstırılmıştı. Oysa gerçek hayatta, evlatlarının hayatlarını değiştiren çok anne, eş, abla, kardeş var. Klişeleri yinelerken, iyilik çoğaltmayı, güzellikleri de çoğaltmayı da görev bilmek gerekir. Sanatçının görevi olmalıdır bu. İç kaynanam beni hep bu yüzden azarlıyor, dövüyor.
Bu yenik, umarsız, dokunaklı halimize komik deniyor. Şair Emily Dickinson’ın da yazdığı gibi, zafer çığlıklarını mağlup kulaklar daha iyi duyar, duyduklarımız kalbimize iner, zaferin ne demek olduğunu ‘komikleşen’ karakterler daha iyi bilir. Amerikan edebiyatının karamsar romantiği Nathaniel Hawthorne, “Young Goodman Brown” öyküsünde esas oğlanı bu yüzden ormana gönderir, kasabadaki bütün dindarların, müminlerin aslında ormanda şeytanla iştigal ettiklerini görsün diye. Munis Brown, öykünün sonunda bu yüzden yoldan çıkar. Onu ormana yeden iblis, bu iyi huylu vatandaşı çember dışına atıverir, tıpkı Takva’da olduğu gibi. Her üç filmde de yanlışlar gösterilir, kurbanlar trajik yücelik kazanır, sistem aynen kalır, atı alan Üsküdar’ı geçer. Fikri, ilk örnekleri, bizi zehirleyen belleği deşen pek çıkmıyor. Niye? Yoksa Madımak yetmedi mi? Unutmak şezlongunda tatil ne zaman bitecek?
Deus & Deyyus: Küresel markadır! Dünya Ticaret Merkezi’ni yerle bir eden zekâ da aynı markanın zekâsıdır. Camino’daki oğlanın takma ismi Cuco’nun (ya da Coco; Cuco; Coca; Cuca; Cucuy) anlamı kafatası ve bir dişil halinin Portekizceden aparma haliyle ‘ejderha’ anlamı da kazanınca cuca/coca olmasına ne demeli? Ardına bir de cola sözcüğünü eklerseniz, dünya marka tasarımlarında zirvedeki yerini hâlâ koruyan içeceğin adı başka anlamlar da kazanır. Yıllar önce Gary Mc Yeah Well takma ismimle yazdığım medya/TV eleştirilerinde de dünyanın koka-kolonileşmesine dikkat çekmiştim. Artık gerçekleşti, kazamız mübarek olsun. İnancın temel direklerinden peygamberi, İsa’yı öcü ya da dunganga gibi gösteren yine kapitalizmin din öğretili korku üreten markası deus & deyyus’tur. Bu marka, kolektif belleğin insan tarihinden bu yana oluşturduğu simgeler, imgeler deposunu (arketipleri, ilkörnekleri) kullanmayı da çok iyi bilir. Harry Potter vb. filmleri, kitapları okumayı, izlemeyi sevişimiz aynı belleğe aidiyet duygumuzdandır. Daha çok istemek illetine daha önce değinmiştim; burada daha çok isteyenin gözünün en çokta olduğunun da altını çizmiş olduk. İnternet sitelerinde, reklamlarda önüne en eklenen ne çok sıfat döndüğünü fark ediniz.
Yusuf’un hali bu yüzden komik. Velet, ‘kutsî memnuniyetsizlik’ sendromundan mustarip. Panacea (her derde deva) arayışı bu yüzden. Lâkin, bilmez ki yoktur ‘catholicon’. Filmin, Camino’nun, yolun sonundaki boş kanepe bu yüzden. Ölüm gelmiş cihane, hastalık bahane. Seferberlik ilan edemem, sevdiğim için bu diyardan da gitmeyeceğime göre, gördüklerimi okumaya, gözlerimin gördüklerini sinema odaklı anlatmayı sürdürmem gerek. Kitaplar yazıp kütüphanelerin sayısını artırmak gerek. Çünkü babamın rakının dibine vururken gördüğü dünya değil içinde yaşadığım: “Buradan ötesi kiraz bahçesi” değil.
Taksi şoförü de demez mi, “kurtuluşumuz üniversite hocalarında” diye. “Ben müsait bir yerde ineyim” deyivermişim. Yusuf veledi bilir, umutsuz olan ümit eder. Taksi şoförünün beklentisinin müsrif beklenti olduğunu göstermek için, bir üniversitemizin adını Mulciber ya da Voldemort mu koysak ki?.
ABD’nin Michigan eyaletinin Saginaw mezrasında 1999 yılında yaptığım hocalık sırasında billboard’larda görmüştüm: One is not born a bigot! (İnsan bağnaz/yobaz doğmaz!). Yetişir, yetiştirilir. Belki GDO’lusu da vardır. Deus & Deyyus küresel şirketleri bağnaz, yobaz yetiştirir. Ürün, ne olduğunu bilmeyebilir. Tıpkı domatesin, domates olduğunun farkında olmayışı gibi.
Biz insan olduğumuzun farkındayız ve ötekileştirme tuzaklarına karşı uyanık olup bizim gibi olmayanları sevmeyi de başarabileceğimizi biliriz ya da öğrenebiliriz. Yolun kendisi fen, bilim, sanat vb. ise, yolun sonu ya da varmayı hedeflediğimiz bilgi istasyonu ötekini kardeş bilip sevmektir, ötekilerle kaynaşarak yaşamayı öğrenmektir, iyiliği yaymaktır. Aşık Veysel bu yüzden toprağı deştikçe meyve toplamıştır.
Deus & Deyyus şirketinin pop şarkılar listesinin zirvesindeki ninni ile bitireyim sözümü:
Tilki duymasın ninni
Tilki duyarsa yavrum
Hem seni yer hem beni
Ninni yavrum ninni...
NOT: Yazımı bitirdim nihayet dedim ve okula doğru yola koyuldum. Cihangir, Sanatçılar parkında bir iki adam, iki de transseksüel köpeklerini gezdiriyorlardı. Transseksüelin köpeği, transseksüel olmayanın köpeğine doğru gitti. İkinci transseksüel buna engel olmak isteyince, bankta (kerevette) oturan ilki: “Bırak!” dedi, “Onlar arkadaş! Oynamak istiyorlar.” Yürümeyi sürdürdüm. Diğer banktaysa, geceden sabaha kalmış bir genç uyuyordu, etrafındaki bira şişelerinden belliydi. Köpeğini gezdiren adam, bu gencin cep telefonunu yerden alıp göğsüne koydu, yürümeye devam etti. Yine aynısı oldu dedim kendi kendime. Hayat sanatı taklit ediyor, sanat da hayatı. Ceviz ağaçlarının kokusunu içime çeke çeke yokuş aşağı yürüdüm yolumda.