Yusuf Eradam

14 Şubat 2011

CUBA LIBRE!

Cennet. Özgür Küba! Gittim gördüm, pek düşündüm gezerken, kederlendim de döndüm...



Cennet. Özgür Küba! Gittim gördüm, pek düşündüm gezerken, kederlendim de döndüm. Dokunaklı bir cennetti gördüğüm. Giderken de merak içindeydim, ABD burnunun dibindeki komünist bir ülkenin varlığını sürdürmesine niye izin veriyor diye. Güney Amerika dahil dünyanın birçok yerini, hatta hemen her yerini siyaseti, emperyal kültürü, popüler kültürü, onlarda olmadı silahlı kuvvetleri ve bombaları ile darmadağın eden, halkın seçtiği Allende gibi liderlerin başkanlık sarayını uçakları ile bombalayıp faşizmi işbaşına getiren (Şili), demokrasinin egemen olduğu her yeri şeytanla iştigal ediyor diye yerle bir eden ABD, neden en güney ucu Key West’e sadece 90km uzaklıktaki bu ince uzun adanın ‘canına okumuyor’? İhtiyar Balıkçı ve Deniz romanının ardından Nobel’i alan ve yarı Kübalı sayılan Hemingway’in hatırına olmadığını biliyoruz tabii ki. Ünlü yazar, turist tuzağı halinde heykelleşmiş oturuyor o hep oturduğu bar taburesinde!

Evet, Che’yi derilerine, bedenlerine kazıtacak kadar seven Küba halkının yaşadığı üç ilde, başkent La Habana, Santa Clara ve Trinidad’da gördüklerimden, yaşadıklarımdan sonra kendimce, kendi göz hizamdan bir şeyler görmek ve bir karara varabilmek ümidi içindeydim. ‘Netekim’ bir varlık nedeni buldum Küba’nın gördüğüm hali pür melâline.
Popülerleşen tehlikesizleşir diye telaşlandım. Yüzleri, sözleri duvarlarda, meydanlarda, Tşörtlerde savaşçı devrimciler, müzelerde, okullarda korunurken, temsil ettikleri fikirler, demokrasi, kardeşlik, dayanışma, sosyalist paylaşım… giderek tüketim toplumuna dönüşmeye teşne yeni Küba’da ne kadar daha dayanabilecek?
Amerika kendisinin ilelebet vücut bulabilmesi için devrimci vücutları anti-body gibi ya da İncil göndermeleri ile ‘anti-christ’ (deccal) gibi koruyor. Hatta belki Gülen vakfının bile şubesinin yer aldığı Küba, bu inanç aralığından, bu dokunulmazlığını hep onayladığımız açık kapısından vurgunu yiyecek. İnanç, kurumsallaşıp devlete müdahale ettiğinde vay demokrasinin haline!

Kübalı yoksul, Kübalı yoksunluklar içinde yalnız bırakılmış; birçok ülke ile iletişim ve ticaret içinde olsa bile başta su sıkıntısı had safhada. Suyu olmayan bu ülkenin muslukları da bozuk. Az su da otellerde boşa akabiliyor. Sabun yok, ortalık pislikten geçilmiyor. Halkı egzos dumanlarına boğan eski arabalar (Chevrolet, Dodge, Buick, Cadillac) güzel fotoğraf malzemeleri. Halk, fotoğraf malzemesi olduklarını biliyor ve makinesine davranan her turistten para (cuc) talep ediyor.

Geceleri ışık yok, aydınlatma neredeyse hiç yok. Haliyle korkuyorsunuz. Gencecik kızların ve uyuşturucunun özellikle turistlere pazarlandığı meydanlarda yürürken asla yalnız kalamıyorsunuz. Fotoğraf makineniz varsa, turistsiniz ve ‘cuc’ dedikleri ve sadece turistlerin kullanabildiği ‘convertible’ (dönüşebilir) pezolarınızı kapmak için yarışıyorlar. Bir ‘cuc’ neredeyse bir avro ve Küba halkının kullandığı pezonun neredeyse 25 katı değerinde.
‘Küba libre’ kola ve rom karışımı bir içki aynı zamanda. Yerine göre 3-5 cuc karşılığı içebilirsiniz. Mojito da ünlü içecekleri arasında. Su ve bira tek marka. Musluk suyuna güvenmez de bir buçuk litrelik pet şişe sudan satın almak isterseniz 1.5 cuc. Turist olduğunuzu anlarlarsa 2 cuc da ödeyebilirsiniz. Para bol sizde nasıl olsa. Ha aklınızda bulunsun: Ülkeye girerken Avro getirin, dolarınızı cuc’a dönüştüremezsiniz diyorlar. Ama Küba’dan çıkarken de havaalanında cebinizde kalan cuc’ları yine avrolaştırmak istediğinizdeyse, size dolar verip farkından sizden giderayak para kazanıyorlar. Kapitalist sistemin vurkaçlarını iyi öğrenmişler, yapacak bir şeyiniz de yok. Bankaların kendi ülkemizde bizi nasıl oyunlara getirdiğini bilmiyormuşuz gibi, gümrükteki şişman kambiyo görevlisine sizi ‘kazıkladığı’ için sinirlenebiliyorsunuz.
Dilencilik de sanat olmuş. Bana bir Jeni geliyor. Yıllardır Forrest Gump ve onun saplantılı aşkı Jenny’den çektiğim yetmemiş gibi. İri yarı bir kadın Jeni. Tırnakları rengârenk, süslü, son ‘trend’ boyalıydı, sırtındaki atlette de 69 yazıyordu. ‘Turkiya’lı olduğunuzu duyunca bu sektör çalışanları hepsi birkaç kelime sıralayabiliyor: “İstanbul, Ankara, Galatasaray ve salamalaykum!” Jeni de bu dağarcığını kullanıyor haliyle, beni  tavlamak için. Karnındaki ameliyat dikişlerini gösterip bebeği için süt ve hazır bez alamadığından yakınıyor. Para istemiyorum, diye özellikle belirtiyor. Canım ya. “Para isteyecek kadar düşmedik” demek istiyor, bu ne gurur, diyorsunuz ve “Süt ne demek ya Jeni, yürü gidelim markete, alalım bebişkoya ne lâzımsa”. Burjuva olduysak da, eski işçi günlerimizi unutmadık. Babam da işçiydi benim biliyon mu kız Jeni?   
Market penceresinde kasada oturan genç kadın Jeni’yi benim gibi ‘pepito’ suratlı bir avanak avni ile gelirken görür görmez, daha biz bir şey demeden kasa yanından koca bir naylon torba içinde bir sürü çocuk bezi paketini çıkardığı gibi Jeni’ye veriyor.

Kaç para dediğimde ise 20 cuc yanıtını alıyorum. Bir önceki gün gruptan bir arkadaşımız bu yöntemle 8 cuc ütüldüğü için, bana iyi bir ‘kötü’ örnek olmuştu ve ben ayılıp ödemeyi reddediyorum. Jeni, bunun üzerine, az önce istemediği ve hâlâ avucumda duran 4 cuc’u (kuk okunuyor) kaptığı gibi sırra kadem basıyor.
Kolonileşme üstadları, kölelikten zengin olmuş varsıl ülkelerin başında gelen ve Küba’ya tarih boyunca hükmetmiş İspanyol ve İngiliz’lerden de hayır yok. Şeker kamışı tarlaları oluşturmak için İspanyolların ormanları yok etmesine karşın hâlâ cennet mekân denecek kadar yeşil bu adaya dünyanın her yerinden turist akın ediyor, yılda 3 milyona varmış Turist sayısı. 11 milyonluk Küba için hayli kabarık bir rakam bu. Haliyle Kübalı çürümüş, boyasız seloteyplerle tutturulmuş cam ve çerçeveli evlerinde, kasırgalarla ve tropikal sıcaklarla, sarı humma ile boğuşmalı, bir yandan da tuzu kuru turistleri görmeli ki onlara imrensin, onların lakostlu, conversli, armanili hallerine özensin ve “Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak?” desin.

Boynunda Küba bayrağını tek diş gibi kolye yapıp taşıyacak denli vatanperver olsun, ama giydiği
atlet-Tişört üzerinde de ABD’nin en önemli simgelerinden kel kartal, ‘Amerikan kartalı’ yazsın. Her iki ülkenin bayraklarının da mavi, beyaz ve kırmızı renklerden oluşması da ilginç bir göstergebilimsel ötekileşme. Aynı beden içinde farklı iki kişilik gibi. Aynı Amerika kıtası içinde iki tezat ideoloji.
Küba’ya gitmeden önce izlediğim bir belgesel anlatıyordu (War on Democrasy), Che kurşunları yemiş halde, ölümle pençeleşirken atıldığı mapus damında bir süre yaşamış. Hastabakıcı kadın belgeselde anlatıyor. ‘Ben çıktıktan sonra, askeriyeden bir mektup geldi nöbetçi askere. İşim bitince çıktım, evime doğru yola koyuldum.’ Ardımdan silah sesleri duydum, geri döndüğümde Che yerde, delik deşikti ve cansız atıyordu. 
Yaralı ve savunmasız Che’yi büyük olasılıkla kurşuna dizen askere gelen mektupta ise şunlar yazıyormuş: ‘Mahkûm bize lâzım değil!”
Ama bu gerçekleri Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yüksek lisans yapıp Osmanlı’da ve T.C. tarihinde Küba ilişkilerini inceleyen Kübalı kızlar, çevirmenlerimiz gibi genç Kübalılar biliyor ve Latin Amerikalı ruhu direniyor!

Küba halkı yaralı ve savunmasız. Onları kurşuna dizecek bir ABD silahlı kuvvetlerine ihtiyaç yok çünkü dünyanın her yerinden gelen insanlar kendi hayatlarının Küba halkına sürdürdükleri hayattan daha iyi, daha lüks, daha fazla, daha sağlıklı, daha sulu, daha zengin, daha pahalı ve yeni arabalı ve cep telefonlu ve daha temiz, daha ‘umut’ dolu olduğunu söylüyorlar ve halk da Armani, Convers Tşörtleri içinde popolarının yarısına kadar inik pantulları ile acayip Türkiye Apaçileri gibi giyinip turist hatunlarla salsa yapıyorlar. Vahşi kapital ise tüyü bitmemiş çocukları fuhuş sektörüne kaçırıyormuş, Batı’nın yeni köle/seks işçisi pazarları için.
84 yaşında ve hasta Fidel, Türkiye’yi ve Türkiyelileri Atatürk gibi bir öndere sahip olduğumuz için şanslı görüyor. Ama bilmiyor, biz şimdi Time dergisi tarafından yılın devlet adamı unvanını kıl payı Facebook veledine kaptıran ‘Vanmünüt’ hayranıyız. ABD’de yapılan bir ankette, Türkiye başbakanı ‘Arap dünyasının’ en popüler lideri de seçilmemiş mi! Buyurun buradan yakın.
Oysa ‘Che’ unvanını ise Ernesto’ya halk takmış. Bizdeki ‘can’ gibi, ‘dost’ gibi bir anlamı var. Şükrü Erbaş’ın bana ‘Yusufcan’ diye hitap etmeyi lâyık görüşüne şimdi daha çok seviniyorum.   

Küba halkı genç, sağlıklı. Çift tendonlu bedenleri ile gençler hep dinamik, hep sokakta, kimi geziyor, kimi bisiklet taksicilik (bici-taxi) yaparak ekmek kazanıyor.
 

Yaşlılar ve kadınlar çoğunlukla evde ya da işte. Orta yaşlı erkekler tarlada, bağda, dükkânda, geçim peşinde. Che’nin, Jose Marti’nin, Fidel’in ve kendilerine lâzım olduğunu biliyor Küba halkı. Ulusal şairleri Nicolas Guillen’i seviyorlar, bizim Nazım’ı baş tacı edişimiz gibi. Fakat, tüm dünyadan usulca ve sinsi sinsi ülkeye sızan küresel-emperyal zihniyeti giyinmiş Amerikanlaşmış bedenlerin bir anda ve her yerde oluşu, inanç gibi, güzellik gibi, özgürlük gibi yayılmış ve bu yeni kültürün görünmeden ortalıkta gezinişine bakılırsa, Che ve onun devrimci zihniyeti, onun Guevara (yaramaz, disiplinsiz, ele avuca sığmaz anlamına geliyor) yüreği ise Küba’ya ve her eve lâzım! Hele hele, Tunus, Mısır başta olmak üzere dünyanın yine cadı kazanı gibi kaynadığı bugünlerde. Jose Marti’nin düşünceleri, Comandante Che’nin bilgisi, savaşkanlığı, Fidel’in azmi, hâlâ etkin görüşleri, kardeşi Raul’ün ile Küba hâlâ ayakta. Yonca Lodi’nin söylediği şarkı geldi aklıma sokaklarda, caddelerde gezerken: “Düştüysek kalkarız, daha ölmedik ya!”
Anam yaşlandığında gezmeye giderken yavaş ve zorla hazırlanırdı. Tahammülsüz biz genç bedenler, onun bedeninden türediğimizi unutup “Hadi anne yaa, amma yavaşsın ha, geç kalcazz yaaa falan olurduk yani.” Bilge anam, tısılaya tısılıya yola koyulmaya hazırlanırken bize de şöyle derdi: “Ben size dönmem, ama siz bana dönersiniz.” Nitekim öyle oldu. Nüfus cüzdanı eskidikçe, anam haklı çıkıyor. Yaşlanan bedenler, yeni ‘açılımlara’ hayır demeyebiliyor. ABD ve vahşi kapitalizm hiç yaşlanmıyor. O trilyon tendonlu.
Küba, dünyayı annem gibi uyarıyor: “Ben size dönmem, ama siz bana dönersiniz, dikkat edin!  
Che’nin yüreği çok gerekli, çünkü vizeli vizesiz sınırları aşan bedenler, gittikleri yerin şeklini alıp dönüşmüyorlar, oranın halkını usulca dönüştürüyorlar. Kolektif gibi görünen bedenler, tek tek maruz kalıyorlar dışardan gelen ve kendilerini özgür sanan tüketim meraklısı ve tükettikçe yok olan ve yoksunlaşan bedenlere. Onlara imreniyorlar üstelik. Dışardan gelenler ise, libidoları ve enerjileri yüksek Kübalı bedenlere bir süreliğine hayran olup çekip gidiyorlar. Turistler, Kübalıların sadece enerjilerine, bedensel güzelliklerine ve içinde yaşadıkları dekadan, çürüyen emperyal binalara imreniyorlar.
Ülkemizin Güney Doğu illerine düzenlenen fotoğrafçılar gezisinden sonra (1998) yazdığım ‘Turist’ başlıklı kısa öyküyü bir kez daha yaşadım, hem de dünyanın öteki ucunda. Biz turistler, gidiyoruz, yoksulluğun, yoksunluğun ve özgür Küba’nın güzel insanlarının fotoğraflarını çekiyoruz, sonra da kendi burjuva hayatlarımıza çekiliyoruz.

Eli kulağında gibi: ‘Özgür Küba’ sadece bir içki ismi diye taşınabilir gelecek kuşaklara. Birileri de bir yerlerde kıs kıs gülebilir. Umarım kehanetim tutmaz da, Che’nin şapkasındaki tek yıldız, mozolesinde duvara yansıyan o tek yıldız hiç sönmez. Umarım Küba bayrağındaki kırmızı üçgenin ortasındaki beyaz yıldız, Amerikan bayrağındaki onlarca yıldızdan biri olmaz.  Cennet, daha da güzelleşir, cennetler çoğalır. Anam da, o zaman hoplaya zıplaya yürür Gesi bağlarının tozlu yollarında, şehirlerin kaldırımlarında.
Belli mi olur, dünya özgür olur ve belki özgür dünyaya cennet diyorlardır. 
Fotoğraflar: Yusuf Eradam