Yusuf Eradam

27 Eylül 2010

BARBARLARIN İSTİLASI

İlk film Barbarların İstilası, başlığını ikiz kulelerin yıkılmasına bağlıyor ve bu saldırıda öldürülen...

Yabancı düşmanlığı ile de ünlü Fransa hayranlığı ve Paris fetişizmi ile narsisist Batı’ya ya da Amerikan akademisine peşkeş iki filmi yeni izledim. İlki Denys Arcand’ın Barbarların İstilası (2003 Yabancı Dilde En İyi Film Oskarı, bir sürü Sezar ve En İyi Avrupa Filmi ödüllü), ikincisi ise Paris’te Son Konser (Le Concert, 2009.)
İlk film Barbarların İstilası, başlığını ikiz kulelerin yıkılmasına bağlıyor ve bu saldırıda öldürülen 3000 kişiyi rakam olarak da telaffuz ederken TV haberlerinden aktararak imparatorluğun ilk kez içerden vurulduğuna da dikkati çekiyor. Daha anlaşılır yazmam istendiği için baştan söyleyeyim, bol ödüllü bu filmi sevmedim. 

Her zaman öncelikle etkilendiğim oyunculuk başrolden başlayarak yapaydı ve birçok güzel özdeyişlere, üzerinde düşünülesi repliklere karşın hayatın kutsanmasını işleyeyim derken ölümün ve uyuşturucunun bohem tipler elinde hayat oyuncakları gibi döndüğü bol hatalı bir filmdi de. Klişe konulardan baba-oğul çekişmesi ekseni etrafına kurgulanmıştı, bütün karakterler hakkında biraz bir şeyler söylüyordu ama hiçbiri karakter olarak yeterince işlenmemiş, çizilmemişti. Özellikle kır evinde hasta baş karakter Remy’yi ölüm döşeğinde görmeye, ona son günlerinde destek vermeye gelen arkadaşları ile de geçmişleri üzerine sohbet ederler. Çapkın öğretim üyesinin güzel birçok kadınla yattığını anlattığı sahne ünlüler geçidi gibidir; bir espriydiyse bile çok çiğdi, hele hele arkasından gelen ortaokul düzeyindeki çakal oğlan çapkınlık yaparken esprilerine gülüşleri tatsız sahnelerdendi. Kapitalizm ile sosyalizmin eşit derecede değersiz olduğu gibi fikirlerle, ne şiş yansın ne kebap çizgisindeki film arkadaşlarının ana karakterin kanser acısını dindirmeleri ile son buluyor. O güne değin bulaştıkları siyasi görüşlerin envanterini çıkardıkları sahnede suphanallah boncuğu gibi yan yana oturmuş tuzu kuru orta yaşlı burjuvalar ”ay aman biz ne çocukmuşuz” anlamına gelecek kikirdemelerle geçmişteki eğilimlerini bir çırpıda harcadılar: Önce varoluşçuymuşlar, Sartre ve Camus okumuşlar, sonra koloni-karşıtı, sonra Marksist-Leninist olmuşlar, sonra da Troçkist ve Maoist. Soljenitsin’den sonraysa (büyük olasılıkla Gulag Takımadaları’nı okuduktan sonra anlamına geliyordu) Yapısalcı olmuşlar vb.


Remy: “Bulaşmadığımız şey kalmadı…”

İnterneti kurcalayanlar filmin teknik hatalarının da listelendiğini görebilirler: Sebastien ile Natalie’nin buluştuğu sahnede penceredeki arabaların değiştiğini, yine bu ikilinin eroin satıcısına geldiklerinde yağmur sesi duyulurken yağmurun görünmeyişi, bir sahnede Sebastien konuşurken iki karenin ilkinde yakası içerde, ikincisinde dışarıda oluşu;  ya da Swiss havayollarının Montreal’den Londra’ya direkt uçuş yapmadığı halde filmde pilotun bu anonsu yapışı; hastanın Montreal’den kurtarıcı ABD’ye, Burlington’a götürülürken yol üzerinde olmayan Interstate 91 ve US Route 5-Derby Line’dan geçmeleri gibi hatalar da filmin özensizce yapıldığını gösteriyordu.

Mozart, Haydn, Handel ve Philip Glass besteleriyle de kolektif bellekteki klasik ile minimal müzik ustalarından bir karışık soundtrack de ortaya koyup da acı çekenin damarlarını eroin ile doldurarak onu huzura kavuşturunca iyi bir iş yapmış oluyorsunuz iletisi de cabası. Oysa aynı Batı, hayattan umut kesilmez, belki bir mucize gerçekleşir, öldürmeyelim, demeyi de çok sever. Kaldı ki, başıma geldi bilirim, sevdiğiniz bir kişi, ölmeme yardım et dediğinde edemiyorsunuz. İyileşeceğine inanmayı yeğliyorsunuz, acılar içinde olsa bile. Öldükten sonra, yapsa mıydım acaba sorusu kalıyor? Tıpkı bu filmdekilere bizim, acaba uğraşsalardı, iyileşir miydi? Neden hemen vazgeçtiler sorusunun kalması gibi.

Gulag Takımadaları’nın bahsedildiği, haliyle bu gönderme ile Sovyet sosyalizminin baskı rejimi olduğu fikrini yine mal bulmuş Mağribî gibi aynı klişelerle anlatan Paris’te Son Konser  (Yönetmen Radu Mihalianu, 2009) ise, Paris’te Son Tango’yu da anıştırmak üzere özgün adından saptırılmış olarak piyasa sürülmüş bir film. Filmde komünizm rejimi altında ezilen, Brejnev zamanında hatta Devlet Opera binasında son konserinde “halk düşmanı” ilan edildiğinden temizlikçilik görevi verilerek bir çeşit ruhsal işkenceye de maruz kalan dahi bir orkestra şefinin, temizlik görevi sırasında Bolşoy orkestrasına Paris’ten gelen daveti kendi eski “hain” arkadaşları ile icabet etme fırsatı üzerine kurgulanmış. Özellikle finaldeki konser sahnesinde gözyaşlarınızı tutamayacağınız duygusallıkta ustalıkla işlenen bu film düşmüş komünizme bir tekme de biz atalım filmi diye yorumlayanlar, hatta inanca hakaret edildiğinde incinenler gibi, ideallerine ihanet edildiğine de inanarak izleyenler de olacaktır. Komünist iseniz filmi sevmeyeceksiniz, bunu hatırlatayım çünkü filmdeki bütün eski dogmatik komünistler film içindeki mucizelerden (konserin başarısından) etkilenip tanrıya inanıyorlar ya da gerçek komünizm aşkıncı bir düşünceye benzer bir şekilde, herkesin birleşerek ortak bir armoni yaratarak kusursuz bir konçertoyu çalabilmesi şeklinde yorumlanıyor, dahi şef Filipov tarafından. Amerikan kartalının altında yazan “E pluribus unum” da aynı anlama gelir. Birçok kişi bir araya gelir ve tek bir bütün oluşturur. Kötü gidecekmiş gibi başlayan konser, solo kemancı kızın tılsımlı, büyüleyici (geçmişi acılarla dolu, bedeli ödenmiş yeteneği ve yederliği ile) kendini toparlar ve mucize gerçekleşir.

Konserde orkestranın Yahudi çalgıcılarının çeşitli anı-eşya ile birlikte konser programını 300 avroya satmak gibi fırsatçılığı da yaptıktan sonra gelişleri ile orkestra tamamlanır. Hem Yahudinin fırsatçı ve para düşkünü olduğu klişesi kullanılır, hem de orkestranın onlarsız büsbütün, tastamam olamayacağı da söylenmiş olur. Bak bak! Zafer Yahudisiz olmaz, sevin ya da sevmeyin. Filmin başında dahi şefin azimle ş’apıp taşı deleceği başından belliydi, ideallerinden vazgeçmiyordu, onun şef batonunu “Halk Düşmanı” diye kıran candüşmanı Nazarov’u kullanmazsa Paris’e gidemeyeceğini biliyordu ve orkestrayı çok kültürlü, çok kimlikli bir şekilde kuruyor, ayrımcılığa gitmiyordu. Örneğin baş kemancı Roman’dı ve yıldız solo kemancı bile bu “ille de romana” bazı parmak oyunlarını nasıl yaptığını sorduğunda hiçbir eğitim almadan böylesi güzel çalabilmesinin olanaklı olduğu fikri de geçmiş oluyordu bizlere. Temizlikçilikten, tercümanlığa kadar birçok işte çalışmaya zorlanmış her biri üstün yetenekli Rus müzisyenler Perestroika’dan sonraki Sovyetler Birliği’nden kaçıp Paris’te gerçek Bolşoy’muş gibi konser vermek için ne gerekirse yaparlar: Havaalanında sahte pasaportlarına fotoğraf yapıştırmak ya da Paris’e gelir gelmez kendilerini içkiye vermeleri, günlüklerini saldırganca istemeleri, görgüsüzce her şeye saldırmaları gibi sahnelerle filmin orta yerleri komedidir. Hatta gerçek Bolşoy’un kötü adam şefi de ailecek her ne hikmetse Paris’e gezmeye gelmiştir ve konseri engellememesi için bir odaya kapatılıp etkisiz hale getirilmelidir. Akıl Oyunları adlı yine Oskarlı filmde Nobel alan şizofren bilim adamı da filmin sonunda, tıpkı Go oyunundaki gibi, kafasının içinde yarattığı ve onu rahatsız eden, yolundan alıkoyan halüsinasyonlarını gördüğünü ama artık onların kendisini rahatsız edemediğini söylüyordu. Öteki ya da düşman yok edilemiyorsa, kontrol altına alınabilir ve yönetilip yönlendirilebilir fikri Amerikan ya da Batı sinemasında çok farklı şekillerde işlenir.
Filmin finalinde mucize gerçekleşince eski komünist, Paris fetişisti Nazarov nedamet getirip yukarı bakar ve “varlığına inanmıyordum, meğer varmışsın” der. Filmin dondurulan final karesi de tanrının varlığına inancın dolaylı ifadesidir: Şef ile solist kemancı birbirlerine sarılıp başarılarındaki hikmeti yukarda görürler, yani tanrıda. Bu kemancı kız Lea da Brejnev’in Sibirya’da sürgüne yolladığı başka Yahudi kurbanların kızıdır ki onun öyküsünün sözel anlatılışı konserin duygusal yükünü artırırken, filmin zayıf yanıdır, Katip Bartleby’nin sırrının anlatıcı tarafından anlatılışı, öykülendirilmeyişi gibi. Zaman daraldı diye araya bir de bu konserden sonra neler olacak sahneleri de serpiştirilince katarsisin içine etmişler. Hele hele, havaalanında her renkte, her kılıkta giyinen “bizim” ekip asker nizamı ile yürüyen takım elbiseli “komunist” ekibe cam arkasından nah işaretleri yapınca o şefin ne dahiliği kalır, ne konçertoya inancı. Öykü, senaryo yazanların dikkatine: Kişileştirme yaparken saygı duyulmasını istediğiniz kişi işte böyle sahnelerle sığlaşır. 
Tanrı yukardadır anlayacağımız. Öyle kimilerinin inandığı gibi her an her yerde ya da nesneler arasındaki boşluklarda değildir. Gezegenin küre olduğunu düşününce bu inancın saçmalığı iyice belirginleşir. Yerküreye göre yukarısı neresidir? Hayır, söylenmek istenen şudur: Tanrı vardır ve biz insanlar onun izin verdiği ölçüde ve hak ettiğimiz kadarı ile seçilmiş insanlar olarak mucizelerine kavuşuruz ve aşağıdan yukarı bakarak, ona inancımızı ve bize bahşettiği yetenekleri yine onun mucizelerine (emperyal kültürün ideolojisine, fırsatçılığımıza) hizmette kullanırken acizliğimizi ve onun karşısında aşağıda olduğumuzu da biliriz. Mesaj budur.

Filmdeki kemancı kız Lea da Yahudi çıkar. Annesi, ünlü kemancı babası ile birlikte Sibirya’ya sürülmüştür ve yine bu keman konçertosunu kafasının içinde çalarak delirmiştir. Ağlaya ağlaya izleriz bu sahneleri. Anthony Storr’un, pek yakında Apollon yayınlarından benim ve arkadaşım Misbah Şengül’ün çevirisi ile yayımlanacak, Solitude/Birbaşına adlı yapıtında ise tersi vakalar anlatılır. Yani baskı ve zorbalık altında siyasilerin, sanatçıların sanatlarını, örneğin notaları kafalarının içinde evirip çevirerek, ezberden çalarak akıl sağlıklarını korudukları söylenir. Filmde annenin aklını kaçırmış bir şekilde karlar altında yine klişe Sibirya görüntüsü içinde konçertoyu çalışının, bu zulmün ödülünün bir sonraki kuşakta ödül bir mucize ile gelişi denklemi ahlakçılığın dik alasıdır. Filipov’un da, buna ben sebep oldum diyerek alkole sarılması da yersizdir haliyle. Dindar, dinci, yobaz düşüncenin, örneğin Amerikan Püritenciliğinin özündeki azaptan, ezadan, cefadan geçerek tanrı yolunu hak edeceğimiz, tanrıyla birliğe kavuşacağımız vaadinin (unitive way) denklemlerinden birisidir. Amerikan düşünce temellerinin atıldığı 19. yüzyıl aşkıncılığının başyapıtı Kızıl Damga da (The Scarlet Letter, Nathaniel Hawthorne) aynı fikri aşılar ve bizim hayat içinde o romanlar, bu filmlerdeki gibi mucizeler gibi müsrif beklentiler geliştirmemize yol açarlar. Gerçek hayatta, hak yerini bulmayabilir, ilahi adalet diye bir şeye tanık olmadan hakkın rahmetine kavuşabiliriz. Orası hikaye edilesi değildir çünkü bizi rahatlatmaz (katarsise yol açmaz). Herkes ben mi, alnımın ortasına yumruk yemiş gibi sersemleten Dogville, Peygamber, Katil Doğanlar, Piyano Öğretmeni gibi filmleri sevsin.

Bence istilacı barbarlar sadece galerilere saldıran, kadınlarımızı, kızlarımızı, eşcinselleri öldürenler ve bu olaylara karşı sessiz kalmakla kalmayıp destek veren kolluk kuvvetlerimiz ya da mahalle halkımız değil, tarih boyunca insanın iyiliği için çalışan, daha güzel, barışçıl bir dünya için üreten, gerçek bir konçerto gibi, evet Çaykovski gibi yürekten yazabilmiş, üretebilmiş insanların, insanlık durumu için Camus gibi kafa patlaşmış yazar ve düşünürlerin yaptıklarının, yazdıklarının gelecek kuşakların ancak bir sürelik hevesleri olabildiği mesajını veren ustalıklı, oyunbaz kurgularla, ödül beklentileri ile sığ yapıtlar üreten bu yeni sanatçılardır da. Evet bu sanatçılara da barbar denir. 

Şimdiki dünyamız, Şükrü Erbaş’ın şiirinde de dediği gibi, böylesi sığ sularda boğuluyor.