Oğuz Aral’a saygı ve hasretle…
‘Ben niye güzelim?’ ‘Beni Efendim yıkar de ondan.’
(Paul Eluard, Capitale de la Douleur/Acı/Ağrı/Dert Başkenti, 1926).
Bokun Tarihi’nin (1975) yazarı Dominique Laporte ise Fransız şairden bu alıntı ile başladığı kitabının (Histoire de la merde) girişinde ‘insan efendisiz arınamaz’ der. ‘Ateşle ya da sözle, vaftizle ya da ölümle, hangi yolla gelirse gelsin, arınıp pirüpak olmak, yasalara boyun eğmekle olanaklıdır ancak’. (Sözlükler örnek olarak Reşat Nuri Güntekin’den alıntı veriyor: ‘İnsan o merhemden sürdü mü, haftasına kalmaz, pirüpak olur’. Güntekin de ‘panacea’ merheminin sürülmesi ile ağrının dineceğine değil de tertemiz olunacağına dikkat çekmiş. O halde, tanrı sanatı diye de bilinen (Hipokrates) ‘ağrı dindirmek’, temizlik ya da arınma ile de ilgili. Denklem, ağrının, acının dinmesi, dertlerin son bulması için hakkaniyetli bir efendinin olmasını, öyle bir efendinin yasalarına uymak gerektiğini de söylüyor.
Efendi ya da iktidar, buyruklarına halkın uyması için Anayasa’yı, yasaları değiştirmek, kendine uydurmak zorundadır. Kendine uydursun ki her kim başkaldırıyor, defteri yasal olarak da dürülsün.
O halde itaat kültürü, adalet kavramına yeni bir şekil verip onu şimdiki zamana uyarlayarak yasalar doğrultusunda iktidarını baki kılacak, yasalara itaat etmeyenleri, tehlikeli gördüğü kişi, grup, değer, olgu ne varsa ortadan kaldıracak, atık gibi sistemden ‘abort’ edecek, o da olmadıysa, susturup, sindirip kontrol edecek. Bu örüntü, beslenme çantasının kerevetinde oturmaktadır.
Platon’un gençlik dönemi diyaloglarından Kriton’da, Sokrates ve can dostu Kriton konuşuyorlar ve Sokrates yasaların ya da buyurganların vatandaşların bu buyrukları, yasaları yerine getirmeyi “de facto” kabullendiklerini var saydığını söylüyor. Boyun eğmeyen kişi 3 suç işlemiş oluyor:
1. ‘Biz seni dünyaya getirdik, yetiştirdik, boyun eğmelisin. (Burada tabii ki dünyaya getirilmenin bin nimet/ödül olduğu, doğuştan anne-babaya borçlu olduğumuz fikri de çıkıyor. Genç kızlarımız bu yüzden annelerini ikna edip babalarına görünmeden başlarını açıp özgürlüklerini ataerkine çaktırmadan yaşamayı yeğliyor, ilerde onu hücreye kapatacak yavuklusuyla yine kapanık bir halde herkesin gözü önünde parklarda sevişiyor. İtaat kültürü o halde, aile doktoru yerine aile imamlarını da yeni proje olarak dayatıyor ki gözaltı (surveillance) kadar ilk öğretmenlerimiz, kadınlarımızın da ilk eğitim, öğretiminin aile içinde başladığı bilinci ile, kapanmanın onlara dayatılmadığı, kendi korku ve tercihleri ile bunu yaptıklarının öğretilmesi şart oluyor. Hegemonyanın hür irade yanılsamasını yönlendirmesi de ancak iktidarı, medyayı, popüler kültürü ve gücü elinde tutması ile olanaklıdır.)
2. Boyun eğmeyi kabul ettiğin halde, boyun eğmiyorsun. Üstelik de, biz yanlış yapıyorsak, yanlış yaptığımıza bizi ikna edip inandıramıyorsun. (İnanç ticareti alanlarında, inanmak dogmadır ve değiştirilemez, bağnazı ya da yobazı sözle ikna etmenin olanağı yoktur. Temel Dursun’a demiş ki: Ben ateist oldum da. Dursun sormuş, ‘O nedir da?’. Temel demiş, ‘Tanrı tanımayrum da.’ Dursun da demiş ki: ‘Tanrının da s.k.ndeydi daa!’ Bu fıkra hem dogmanın kalıcılığını, özgür iradenin yanılsama olabileceğini, hem de Tanrı fikrinin fallusla ilintili olduğunu pek güzel anlatır. Tanrı erkektir, düşüncesi erildir, fallomorfiktir. Freud da, fallusu olmayanın ya da kadının belli eril hedefler dışında değersiz olduğunu ve faeces/atık/dışkı ile eşdeğer görüldüğünü inceleyip anlatanların başında geliyor. Laporte da, dilin altın değerini, dışkının (scybala) parıltılarına dikkat çekiyor. Işıltılı dünyaların dili, söylemi her iki cinsiyeti de çekerken, ‘Glamor’ sözcüğü de kadınsı bir nitelik kazanıyor. ‘Faeces’ sözcüğünün etimolojik kökenlerini deşersek de para ve hediye anlamları çıkıyor ki gladyatörlere hediye olarak neden kadın kölelerin verildiğini de anlıyoruz ama aynı zamanda hediyenin kullanılıp atılabilirliğini de. Rüşvetin ve kadına ‘Hediye’ isminin verilmesini anlayabiliyoruz. (Hediyenin erkeğine de Armağan diyoruz, niye acaba?)
3. Biz sana zorla bir şey yaptırmıyoruz, öneriyoruz, inandırıyoruz, buyruğu yerine getirmeyi sana bırakıyoruz; ama ne buyruğu yerine getiriyorsun, ne de tersine bizi inandırıyorsun. Yani sana seçenek sunuyoruz, sen ikisini de seçmiyorsun. Haliyle, Atinalılar nezdinde en büyük suçlu sensin çünkü hem bizden, hem de devletten hoşnut kaldığını gösteren birçok kanıt var elimizde (Bahtiyar kölenin hoşnutsuzluğunu ima ediyor, bana göre. Sokrates’in olduğu kadar, benim de hastalığım bu. Bu deveyi gütmek istemiyoruz, güdüyor olmaktan hoşnut değiliz, ama bu diyardan da gitmiyoruz. Ne uymayı, ne de ölmeyi yeğliyoruz.)
Sistem, rahmetli Oğuz Aral’ın Avanak Avni tiplemesini çoğaltır, Avni’nin karşısında Deve Dilaverlerin de çeşitli hiyerarşik katmanlarda ‘çoğunluk’ olmasını sağlar ki Avni yalnızlaşsın ve inanıyorsa da Tanrı’ya yakarsın, İsa gibi:
‘Baba beni niye terk ettin?’ Avanak olduğu için Dilaverlere karşı isyan etmeyi akıl edemez ve Dilaver de bu yüzden hep kabadayı ya da deve dilaver olarak kalır. Avni, hakkaniyet savaşında düş kırıklığına uğrayınca da “baba beni niye terk ettin?” diye yakınacaktır. Özlem Kumrular’ın o dil ve imge bindallısı romanı Sultan’ın Mutfağı da aynı İbranice yakarışla biter. ‘Eli, Eli lama Sabaktani!’
Döngüsel kurguda romanı başına bağlayan bu soru, kurtarıcı kahraman (monomyth) beklentisini de söyler. Ataerkil ya da fallomorfik itaat kültürü, sizi kurtarılması gereken bir duruma düşürdükten sonra, hak ettiğiniz gibi ödüllendirilmediyseniz ya da kurtarılmadıysanız, abideleştirmenizi sağladığını alaşağı etmek için de yeni kurtarıcılar beklemenizi, ümit etmenizi, ilahi adaletin bunun çaresine bakacağına inanmanızı da öğretir. Taksi şoförü üniversitede hoca olduğumu öğrenince, “Bütün umudumuz, hocalarımızda. Her seferinde bu hükümetin istediği gibi oy attım ama iki yakam hala bir araya gelmedi” derken ilahını alaşağı etmek istemekte, yeni bir ilah arayışı içindedir.
Bu kahraman da, şimdiki zorbanın korktuğu, korkabileceği bir makam ya da abide olmalıdır. Çaresizlikten, umutsuzluktan ümit etme zorunluluğu sürer.
Bu madde doğrultusunda ustam Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanının filmi ile Spartacus dizisini kıyaslamayı bir sonraki yazıma bırakıyorum. Sistemin içindeyim, ne söylesem nafile biliyorum. Bile bile lades, yine de Sokrates ve Kriton gibi ya da Karagöz gibi ‘bıy bıy’ ediyorum.