Yılmaz Murat Bilican

24 Şubat 2017

"Evet" karşıtı basit tezler (2)

Kendisi aslında hiç olmamış olan ama hakkında en çok konuşulan, sırası geldiğinde “yargı bağımsızdır karışamayız” denilen sırası geldiğinde “yargı gerekeni yapacaktır” diye yönlendirme yapılan bir ülkede yaşıyoruz

16 Nisan’da önümüze gelecek olan referandum sandığına gitmeden önce basit düşünmeye devam edelim. Deniliyor ki milli iradenin yönetime tam olarak yansıması gerçekleşecek. Milli irade nedir? Halkın tercihlerinin yönetime yansıması, başka deyişle sandığa atılan oyların ülke siyasetinde temsil edilebilmesidir. Milli irade gerçek anlamda nasıl gerçekleşir? Toplumun her kesiminin kendini özgürce ifade edebildiği bir ortamda yaptığı tercihlerin, sayısı, oranı ne olursa olsun ülke yönetiminde dile getirilebilmesi, siyasette karşılığını bulabilmesidir. Örneğin yüzde 10 seçim barajı milli iradenin gerçekleşmesi yönünde ciddi bir engeldir. Baraj nedeniyle birçok siyaset kendini ifade etme şansından mahrum kalmaktadır. Halkın iradesine saygılı olmak demek, halkın sadece kendi görüşünüze değil, her görüşe verdiği oylara saygılı olmak demektir. Bugün hem Meclis’te hem belediyelerde yaşadığımız tabloya burada değinmeyeceğim, durum ortada zaten.

Hâl böyleyken yeni anayasal düzenlemeyle “Milli irade gerçek anlamda sandığa yansıyacak” deniyor. Ne olacak da bu gerçekleşecek? Halk bir cumhurbaşkanı seçecek ve böylece iradesini ona teslim etmiş olacak, gerisini o halledecek. Neden böyle diyorum, çünkü yeni düzenlemede cumhurbaşkanının yetkileri olağanüstü artırıldığı ve güçlendirildiği için, aslında fiilen Meclis’in pek de bir önemi kalmıyor. Oysa parlamento, halk iradesinin en net ve güçlü bir şekilde temsil edildiği temel bir kurumdur ve demokrasiden söz edebilmek bu kurumun hakkıyla işlemesine bağlıdır. Cumhurbaşkanını halk seçecek, evet bu bir seçimdir fakat bir kişi için yapılmış bir seçimdir, o kişiye oy vermeyenlerin temsil edilebileceği tek yer Meclis’tir. Meclis’in güçsüzleşip cumhurbaşkanının kuklası haline gelmesi demek milli iradenin güçlenmek bir yana, ortadan kalkması anlamına gelir. Hele ki o cumhurbaşkanı pek de yasaları takmayan dediğim dedik biri olursa o zaman vay halimize…

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra açıkça anayasal sınırlarının dışına çıkmış olması ve bu sınırları zorlaması sonucu farkındaysanız zaten hem hükümetin hem de Meclis’in kendi başlarına bir önemi kalmadı. Başbakan ve hükümet üyeleri zaten açıkça cumhurbaşkanına bağlılıklarını dile getirmişler, Meclis ise adeta yavaş yavaş eritilmiştir. Son dönem Meclis çalışmalarına bakılırsa sadece iki konuya odaklanıldığı görülür, biri başkanlık sistemi için geçiş yasalarının yapılması ve diğeri HDP’li vekillerin devre dışı bırakılmasıdır. Bunun dışında yapılan bir şey yoktur. Şimdi bile durum böyleyken, yeni yasadan sonrasını siz tahmin edin. Hükümeti cumhurbaşkanı kuracak, başbakan da kendisi olacak, yasada bir takım şeyler yazılsa da gerçekte Meclis’in hükümeti denetleme gibi bir işlevi olmayacak (hükümet demek cumhurbaşkanı demek, ne haddine) kimse neler oluyor diye hesap soramayacak…

Yeni düzenleme için yapılan savunulardan biri de kuvvetler ayrılığı meselesi. Konuyu daha önce de sıkça dile getiren Erdoğan bundan dün de yakındı. Şöyle bir gerçeklik var tabi güç isteyen, gücün kendi elinde toplanmasını isteyen birinin bundan yakınması çok doğal, çünkü kuvvetler ayrılığı tam da bunu önlemek için oluşturulmuş bir yapı. Açalım biraz isterseniz; toplumsal yaşam, herkesin iyiliği için, “doğal durum”un terk edilip, herkesin üzerinde uzlaştığı ve uymaya söz verdiği yasalarla belirlenen bir başka düzleme geçiştir. Bireyler ve kurumlar herkes, oluşturulan bu yasalara uymak zorundadır. Kuvvetler ayrılığı, bir kişi veya kurumun diğerlerinin aleyhine olarak kendi alanını güçlendirme olasılığına karşı bir koruyucu emniyet aracıdır. Çünkü bir güç diğerleri üzerinde egemenlik kurarsa o zaman ortada demokrasi diye bir şey kalmaz. Şöyle ki “beni halk en yüksek makama seçti, ben halktan aldığım bu güçle istediğimi yaparım, yasa filan dinlemem, kimse halkın iradesine karşı gelemez” şeklinde bir söylem olamaz. Bu toplumsal yaşamın dinamitlenmesi demektir çünkü.

Ne diyor Erdoğan “Türkiye, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki çekişmelerden, yetki karmaşalarından çok büyük zarar gördü. Darbelerin, muhtıraların yol açtığı siyasi kaoslar ve ekonomik krizler ülkeye ağır bir maliyet yükledi. Ben 16 Nisan'ın güçlü bir Türkiye için, lider bir Türkiye için, müreffeh bir Türkiye için bir milat olacağına inanıyorum.”  Doğrudur, ülkemiz demokrasisi çok sıkıntılı zamanlar yaşamıştır ama bunun nedeni kuvvetler ayrılığı değil tam tersini bunun bir türlü sağlanamamış olmasıdır sivil ve demokratik bir anayasa yapıp bunun etrafında demokratik yaşamı örememiş olmamızdır. Ülkenin bu güne kadar gördüğü en demokratik sayılan 61 anayasasını da askerler bir darbe sonrası yapmışlardır, bu anayasayla demokratikleşme adına çok büyük adımlar atılmış fakat asker yine bu anayasayla her an siyasete müdahale etme kapılarını kendisi için açık bırakmıştır. Nitekim sonraki yıllarda askerler tarafından defalarca -biri 61 anayasasını da ortadan kaldıran ağır 12 Eylül darbesi olmak üzere- müdahale yapılmıştır. 61 Anayasasıyla sağlanan haklar da sağ siyaset çevrelerince daha hayata bile geçirilemeden, tez zamanda “bu toplum için bol” bulunmuş yıllar içinde elbise daraltılırken, demokratik bütün maddeler işlemez hale getirilmiştir. Sonuçta kuvvetler ayrılığı hiçbir zaman yeterince tesis edilememiş, 10 yılda bir darbe yaşayan askeri vesayet altında siyaset yapılan bir ülkede nasıl yaşanabilirse o kadar yaşanabilmiştir.  

Erdoğan’ın işte sorunlu gördüğü ve eleştirdiği budur. Yerine getirilen ne peki? Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıp, bütün kuvvetleri cumhurbaşkanlığı altında yani, bir kuvvet altında toplamak. Cumhurbaşkanı böylece en üst yürütme gücü olarak hem yasamanın hem de yargının üzerinde olunca mazallah güçler arasında herhangi bir sorun yaşanmayacak. Çünkü üçü bir arada, cumhurbaşkanlığı forsu altında toplanmış olacak…

Gelelim yargıya, yargı bağımsızlığı denince benim yüzüme bir gülümseme gelip oturuyor nedense bu ülkede. Kendisi aslında hiç olmamış olan ama hakkında en çok konuşulan, sırası geldiğinde “yargı bağımsızdır karışamayız” denilen sırası geldiğinde “yargı gerekeni yapacaktır” diye yönlendirme yapılan bir ülkede yaşıyoruz. Bu kadar adı geçtiği halde, bu kadar hukuksuzluğun nasıl başarıldığını da anlayamadım ömrümce. Yani bu yargıç ve savcılar hukuk fakültelerinde nasıl dersler görüyorlar ve ne öğreniyorlar acaba? Nasıl bir kuşatmayla yetiştiriliyorlar, nasıl bir mekanizmadan geçiyorlar ki her gelen iktidar kendi kafasına göre savcı ve yargıçlar bulabiliyorlar. Gerçekten hukuk ilkelerinden haberdar bunlara bağlı hukukçular ya az bu ülkede ya da sesleri çıkmıyor.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yargı kurumları, her kademesinde her zaman, devletin ve iktidarın çıkarlarını korudu, kılavuz hukuk ilkelerinden çok bu ilkeler oldu. Tarihimizde bunun tersi bir karar bulmak, yoktur demiyorum ama zordur. En parmak göze suçlar bile, ya zamanla karartıldı ya da düpedüz cezalandırılmadan bırakıldılar. Her dönem iktidarlar kendine uygun savcı ve yargıçları buldu. Sadece 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yargı çevresine yapılan operasyonları ve buradaki rakamları düşünmeniz yeterli. Üstelik şimdi hepsinin yerinde şimdiki egemenleri temsil eden yenileri var, eskiler hapiste ya da kaçtı. Yeniler de şimdi OHAL rüzgârıyla davranıyor önlerine geleni tutukluyorlar, ülkede muhalefet bırakmadılar. Birçok kişinin şu anda hapishanede olması durumunun hiçbir hukuksal karşılığı yok. Üstelik böyle bir kaygı da yok. Fiili durum bundan ibaret.

Evet ya da hayır diyeceğimiz yeni yasada yargıçların büyük çoğunluğunu, Anayasa Mahkemesinin 15 üyesinin 12’sini, HSYK’nın 13 üyesinin 6’sını zaten cumhurbaşkanı atayacak. Seyreyleyin artık siz yargı bağımsızlığını, rahmetli annem, “güldü gülistan oldu” derdi, tam da öyle…

Devam edeceğim.