Portekizli yazar Jose Saramago “Ölüm bir varmış bir yokmuş” adlı romanında, hayali bir ülkede ölümlerin aniden durmasını anlatır. Ölüm ülkeyi terk eder ve o andan itibaren kimse ölmez. Fakat ölümün yokluğunun getirdiği sevinç çok kısa sürede yerini büyük bir karmaşaya bırakır. Saramago klasik üslubuyla toplumsal yapının bütün ögelerinin bu yeni durumda ne hallere düştüğünü anlatır. Hastaneler, huzur evleri, sigortacılar, cenaze işleri yapanlar… Ölümle ilgili bütün kurumsal yapılar çöker. Bazı meslekler işe yaramaz hale gelirken kimileri için de yeni iş olanakları doğar. Ölüm aranır hale gelir, insanlar ölmek için yasadışı yollarla başka ülkelere kaçarlar.
Geçen yaz, gelişmiş bir Avrupa ülkesinde yaşlılar hastanesinde çalışan yeğenim, çalıştığı hastanenin cihazlara bağlı olarak yaşayan/yaşatılan ve ölmeyi bekleyen yaşlı hastalarla dolu olduğunu anlatmış ve şöyle demişti: “Çoğu ölmek istiyor ama bir türlü ölemiyorlar”. Yeğenimin yaşayıp anlattıkları, bugün bütün dünyanın üzerinde konuşup tartıştığı bir sorun aslında.
Hem dünya nüfusu hem de nüfus içindeki yaşlıların oranı hızla artıyor. Her zaman ölümsüzlük arzusunu içinde taşıyan insanlık, özellikle tıp dünyasındaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerle birlikte şimdilik, en azından ölüm yaşını epeyce ileriye çekmeyi başarmış durumda. Gelinen durumda ortaya çıkan sayısal veriler oldukça düşündürücü. Birleşmiş Milletler raporlarına göre, Dünya nüfusu 7 milyar 600 milyona ulaşmış durumda. Dünya nüfusu her yıl yaklaşık olarak 100 milyon artıyor bu 10 yılda 1 milyar demek. Bu nüfusun yüzde 13’ünü yaşlılar oluşturuyor. Yaşlıların gelişmiş ülkelerdeki nüfusa oranı yüzde 20’ler civarında. Tahminlere göre bu oran 2050 yılında yüzde 22’ye ulaşacak, yaşlı nüfus artışı önümüzdeki yıllarda az gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranlarda gerçekleşecek.
Saramago’nun romanındaki gibi ölümün ortadan kalkması söz konusu değilse de, nüfustaki yaşlanmanın bu sorunu daha yoğun yaşayan gelişmiş ülkeleri düşündürmeye ve çeşitli önlemler almaya zorladığını biliyoruz. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler sayesinde ömrümüzün uzadığı ve daha da uzayacağı da belli. Bu durum, son zamanlarda adeta rahatsız edici bir takıntıya dönüşen “sağlıklı yaşamak” vurgusunu da anlamlandırıyor: Madem kolay kolay ölemiyoruz, o halde hiç değilse ayakta kalalım.
Bugünün insanı için gerçekte bir ölememe problemi var mı?
Bu soruyu yanıtlayabilmek için başka bazı sorular üzerinde de düşünülmesi gerekiyor: İnsan için bir ölme zamanı var mı? Ne zaman insan “tamam artık benim için bu kadar” diyebilir? Hayatımızın başlangıcı belli de onu bir de tamamlama anı belirlemek mümkün mü? Ölüm de yaşamak gibi bir hak mıdır?
Güney Koreli felsefeci Byung-Chul Han, “Zamanın Kokusu” adlı, dilimize çevrilen son kitabında, günümüz dünyasında bir hayatı tamamlama olarak ölmenin zorlaştığını, bunun yerini “yok olmanın” aldığından söz ediyor ve “…ölmek hiç olmadığı kadar zordur bugün” diyor. “Zamanında ölmeyi beceremeyen kişi, uygunsuz zamanda yok olmak zorundadır. Ölmek, hayatın uygun bir şekilde sonlanmasıdır. Bir ömrün bitme biçimidir. Yaşam anlamlı bir bitmişliğin her tür formundan yoksun bırakıldığında, uygunsuz zamanda sonlanır. Kapanış ve bitişin sonu ve istikameti olmayan bir sürece, daimi bir tamamlanmamışlığa ve yeni başlangıçlara boyun eğdiği bir dünyada, yani yaşamın bir yapıya, bir bütünlüğe erişerek bitmediği bir dünyada ölmek zordur. Yaşam hikâyesi böylece uygunsuz bir zamanda kesilir.”
Giderek hızlanan yaşamda, önümüze serilen “ölmeden önce yapılması gerekenlerin” listeleri peşinde koşarken insan kolay kolay ölemiyor, belli bir “tamam, bitti” duygusu yerine genel bir huzursuzluk ve telaş içinde bocalıyor. Daha çok şey yaşamanın daha iyi yaşamak olduğu sanılıyor. Bize sunulan olasılıkların çokluğu ve çeşitliliği bizi oradan oraya sürükleyen bir huzursuzluk kaynağına dönüşüyor. Yazara göre, bu duruma gelmenin nedeni, zamanın ritmini kaybetmesi, şimdiki zamanın geçmiş ve gelecekle olan bağlarının kopması ve yönsüzleşmesidir. Zamandaki herhangi bir noktanın ya da yaşadığımız herhangi bir anın ötekilerden bir farkı yok artık. Sonsuz bir çeşitlilik içinde savrulup duruyoruz. Belli bir istikamet olmayınca da belli bir bitişten de mahrum durumdayız. “Zaman salt noktasal bir şimdiye dönüşerek çöküyor”
Zamanın geçmiş ve gelecekle bağlarını koparıp atomlaşması adeta bir “an”lar yığını haline gelmesi, ölümü de yaşamın bir devamı, anlamlı bir sonu olmaktan çıkarıp, “yaşamı uygunsuz zamanda sonlandıran bir dış güç” haline dönüştürüyor. Ölüm doğallığını kaybediyor, yaşamın bir uzantısı olarak bitemiyor.
Zamanın yönsüzleşmesi ve böylece yaşamı huzurlu bir bitimden yoksun bırakması günümüz insanının mutlu bir uykuyu arar olmasının da temel nedeni gibi görünüyor. Çünkü, ölüm gibi “iyi bir uyku da nihayetinde bir bitim formudur” ve geçmiş ve gelecek hayallerinden kopmuş, anlara saplanmış bir zihinle mutlu bir uykuya dalmak zor. Günü bitirip uykuya dalmak da, yaşamı bitirip ölmek gibi zordur artık.
Yazının başlığındaki gibi ölmek için kimseye “bırakın da ölelim” demiyoruz aslında. İyi ve mutlu bir uyku için olduğu gibi iyi ve mutlu bir bitirişle ölmek de bizim elimizde aslında. Bunun için yapılması gereken zamanı eski anlamına yeniden büründürmek. Zamanı atomize olmuş “an”lar yığını olarak algılamaktan vazgeçmek. Onun geçmiş ve gelecekle olan bağlarını koparmamak ve şimdiye indirgememek. Anı yaşamak saplantısından vazgeçmek, yavaşlamak, duraksamak ve durmak, yaşadığımız şimdide zamanın kokusunu içimize çekmek. O koku bizim geçmişle olan bağımızı kuracak ve bizi geleceğe taşıyacaktır. Yaşam kuşkusuz bizim önceki yaşantılarımızla, dünyayla, evrenle kurduğumuz karmaşık bağların toplamından oluşan kesintisiz bir süreçtir ve elbette bunun bir bitimi olacaktır. Ölümü huzurlu ve derin bir solukla karşılayıp selamlamak ancak zamanın kesintisiz akışında yol almakla mümkündür.
Yazıda sözü geçen kitaplar:
- Jose Saramago, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, Kırmızı Kedi Yayınevi
- Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Metis Yayınları