Her yıl 24 Nisan yaklaşırken duyduğumuz ve artık sıradanlaşmış bir haber : “ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi, Ermeni Soykırımı karar tasarısını oy çokluğuyla kabul etti”
ABD Dışışleri Bakanlığı Sözcüsü Jean Psaki, “Uzun süreden beri pozisyonumuz , Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde ölümlerine yürüyen veya katledilen 1.5 milyon Ermeni’nin kaybedilmesinin yasını tutma ve bunu tarihi gerçek olarak tanımaya yöneliktir. Bu korkunç olay, 20 yüzyılın en kötü zulümlerinden biri olarak sonuçlandı ve ABD, bunun Ermeni Halkı ve Ermeni kökenliler için hala ciddi bir acı olarak kalmaya devam ettiğinin farkında.”
Her yıl duymaya alıştığımız tepkiler de gelmekte geç kalmadı, dış işlerinin açıklaması çok resmi, onu bir tarafa bırakıp, size daha eğlenceli bazı “resmi” açıklamalar sunuyorum:
Dış İşleri Bakanı Davutoğlu: “...keyifsiz edecek girişimler.”
Başbakan yardımcısı, Ali Babacan, “...hoş bir şey değil.”
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “Tarihçilerin karar alması gereken konular... Ama Ermenilerin yaptıklarını, 1 milyondan fazla vatandaşımızı katlettiklerini, büyük zulüm uygulandığını kimse dikkate almıyor.”
Evet, 24 Nisan yaklaşıyor, 1915 Ermeni Soykırımının 99. yıldönümü yaklaşıyor. 100. yıla bir yıl kaldı. Her yıl bu tarihler, devletimizin gerim gerim gerildiği, devlet büyüklerimizin ise, devlet büyüğü olmaya layık olduklarını gösterebilecekleri, aslında hiçbir şey söylemeyen cümleler bulmak için kıvrandıkları tarihlerdir. Üstelik 100. yıl yaklaşırken, gerilim daha da artmakta, çünkü örtbas edilmeye çalışılan ve bu zamana kadar bir ölçüde yok sayılmış, azıcık görünür olmaya başlayınca, çarpıtılmış olan hakikat, giderek “sözde” olmaktan çıkmış ve daha görünür olmaya başlamıştır. Yapılan son açıklamalar da, Ermeni sorununun devletimizin en büyük fobilerinden biri olmaya devam ettiğini gösteriyor. Bu korkunun büyüklüğünün nedeni, yok sayılmaya çalışılan hakikatin kolay saklanır bir şey olmamasının yanısıra, devletin bunun için harcadığı çabanın da çok büyük olmasıdır. Onlarca yıldır, tarihimizin o bölümü, büyük bir özenle hayatımızdan silinmek istenmiş, farklı bir hakikat algısı yaratılmış ve bu algı yıllarca yıkılması güç bir duvar olarak, enine boyuna örülmüştür.
24 Nisan yaklaşıyor, bu yıl 99. yıl. Önümüzdeki yıl, Anadolu topraklarında yaşanan bu büyük utancın üzerinden tam bir asır geçmiş olacak. 100. yıl Ermeni sözcüğünü daha çok duyacağımız, konuyu daha çok tartışacağımız, kimilerinin daha çok öfkelenecekleri bir yıl olacak. Bu yıl, aynı zamanda, bizim hakikatle yüzleşip bu korku duvarını biraz olsun yıkabilmemiz için bir şans yılı da olabilir. Bu topraklarda mutlu bir yaşam sürmek istiyorsak, geçmişin bu acılarına, resmi olanın dışında, başka bir algıyla bakmak zorundayız. Bu kolay başarılacak bir şey değil, büyük bir sabırla, adeta iğneyle kuyu kazarak çalışılması gerekiyor. Hakikate karşı direnç çok yüksek çünkü.
İzmir’de Yüzleşme Atölyesi
Hakikat Algımız
Büyük bir vatandaş kitlesi, 31 Mart 2014 sabahı alınan yerel seçim sonuçlarından dolayı büyük bir şaşkınlığa uğradı. Şaşkınlığın nedeni, AKP iktidarının büyük ölçüde oy kaybedeceği beklentisinin karşılık bulmamasıydı.
Peki bu beklentinin nedeni neydi?
3-4 aydır ortaya saçılan tapelerle bazı hakikatlerin bütün açıklığıyla ortaya çıkması.
Neydi bu kolay kolay yalanlanamayan hakikatler?
Hükümetin en tepelerinde yapılan kanunsuzluk, yolsuzluk, hırsızlık, her türden manipülasyonlar, yargıya ve basına açıkça yapılan müdahaleler... Ortaya çıkanların çapı ve dozu tahminlerin çok üzerindeydi.
Şöyle düşünüldü, bu hakikatleri gören seçmen oyunu iktidara vermez.
Oysa öyle olmadı. 31 Mart sabahı şaşkınlığını yaşayanların ilk tepkileri şöyle oldu:
Bu insanlar aptal. Aziz Nesin az bile söylemiş. Hakikat bu kadar ortadayken hala oy veriyorlarsa pes yani. Bu memeleket adam olmaz. Vb.
Şimdi farklı bir noktadan bakalım, bu yakınmaları duyduğumuz insanlar, hakikatin başka bir görünümü karşısında ne düşünüyorlar?
Başka bir deyişle, hakikatler bizi ne kadar ilgilendiriyor?
Eğer davranışlarımız hakikatlere referansla şekillenseydi, Ermeni Soykırımı hala tartışılır bir konu olur muydu? Devletimiz hala “sözde” diyebilir miydi? Bir bakan “asıl onlar 1 milyon Türk’ öldürdü deyip bize yutturabilir miydi?
Daha nasıl hakikat olacak bu konu?
Onlarca yıldır Kürt’lerle ilgili hangi hakikatleri dikkate aldık ve ona uygun davrandık? Hakikatlere mi yoksa resmi masallara mı inandık?
Kürtlerle ilgili olarak, hala hangi hakikatlerden hareketle söylem üretiyoruz?
Tarihimizle ilgili gözümüze perde çekilmiş hakikatleri acaba ne zaman görür hale gelebileceğiz?
Biz konuşmaya devam ediyoruz, soykırım mı densin, büyük acı mı densin yoksa felaket mi?
Oysa soykırım kavramını ilk kez kullanan ve 1948 yılında kabul edilen, Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesini kaleme alan Raphael Lemkin, bu kavramı ortaya koyarken 1915’te Ermeni’lerin maruz kaldığı uygulamalardan çok etkilendiğini dile getirmiştir. Yani soykırım kavramının, bir anlamda varlık nedeni olmuş olan olaylardan bahsediyoruz ve soykırım kavramının kaynağı olan olaya soykırım diyelim mi demeyelim mi, bunu konuşuyoruz... Ara sıra da AKP’ye oy veren insanlara “hakikatleri görmüyorlar” diye kızıp kendimizi rahatlatıyoruz...
@ymbymb