Bir sanat eseri hakkında konuşmakta, soru sormakta zorlanması, seyircinin/okurun merak eksikliğinin işareti olmayabilir, eserin estetik başarısının kanıtı da olabilir.
Her büyük sanat eseri simgesel/toplumsal kodlarla yol alan bilinç üzerinde şoke edici bir etki bırakarak bilincin hizmeti uğruna dönen dilde tutukluk yaratır. İzleyici/okur böyle eserlerde kendinden bir şey bulamaz, aksine kendine yabancılaşır. Zira eser, toplumsal/simgesel genel kanaatlerin ürünü olgusal-dünyevi insan tipini meşrulaştırmaz, toplumsal-dünyevi insani, yani tam da belirli bir zaman ve mekânın olgusal-insanını temsil etmez, insani gerçeği, Lacancı anlamda toplumsal/simgesel ideolojilerin yarattığı tahribatın dışındaki insani gerçeği keşfetmeye giden bir yol inşa eder. Toplumsal/ideolojik kodların örtüsü altında güdükleşmiş, sinmiş bireyselliği, kişiselliği devreye sokmanın imkânını yaratır. Bir yandan bilinçdışını ve bilinci yapılandıran toplumsal/simgesel kodların etkisinden hemen kurtulmayan, diğer yandan eserin etkisinden kaçamayan izleyici/okur geçici olarak atıllaşır. Eser, toplumsal ideolojik kodlara teslim olmuş olan bireysel gerçeği -dolayısıyla arzuları- tetikleyerek, bireysel gerçek ile toplumsal ideoloji arasında kısa bir devre yaratır. Birey ile toplumsal ideoloji arasındaki uyum kesinlikle eski haliyle devam etmez, edemez.
Hiçbir iyi eser, olgusal dünyada karşımıza çıkan insanı meşrulaştırmayı ödev olarak almaz, tam aksine hâlihazırdaki insan tipini deforme etmeye dair verilmiş estetik sözün yükümlülüğüne sadık kalmak için uğraşır. Haliyle insani-gerçeğin elinden tutarak izleyiciyi/okuru dâhil olduğu toplumsal kültürel yapının kıskacından çekip alır. Böylece ilkin onu kendi olgusallığına, hâlihazırdanlığına yabancılaştırır, sonra kendini yeniden keşfetmesine, bulmasına yardım eder.
Taş’ın İstanbul Film Festivali’ndeki prömiyeri sonrasında sinema salonundaki genel hava sessizlikti, izleyicinin dilinin tutulmasıydı. Pekâlâ, ama bu etkinin gerisinde yatan şey nedir? Film son derece ilginç bir temayı, ilginç bir tarzda işliyor, fakat başarısının ardındaki saik kesinlikle temanın ilginçliği değildir, bu temayla yaygın ve sıradan bir yaşamsal gerilimi, bir varoluşsal çatışmayı görünür kılmasıdır. Film, gerçeğin daimiliği ile inançların katılığı arasındaki gerilimden besleniyor.
“Taş” imgesi bu gerilimin temsili değil, bizzat kendisidir, çünkü gerilimin iki ucunu da tarif ediyor. Taş, taşlığın niteliği gereği bir yandan gerçeğe atıfta bulunur, bir yandan inancın bizzat kendisine... Hem doğal olanın kalıcılığıdır hem de doğal olmayanın katılığı. Fakat acele etmemek lazım; gerçeğin kalıcılığı katılıktan gelmez, tam aksine sakinlikten, sükûnetten, zamana hükmedişten gelir. Gerçek gerçekliğini haykırmaz, dahası gösterme zahmetine katlanmaz; gerçek gerçekliğini sabırlı dinginliğinden alır. Ne de olsa gerçek olmayanın katılığının sabırsızlığı kendini saçmaya indirgeyerek gerçeğin gerçekliğini kanıtlayacaktır. Bir daha söylemekten bir beis doğmaz; gerçek kalıcı ve daimidir, gerçek olmayan katı ve ısrarcı… Öyleyse taş kadimliği vesilesiyle gerçeğe göndermede bulunur, katılığı nedeniyle inanca… Bir ve aynı imge olarak bir yandan katılığa direnir bir yandan da gerçekle inatlaşır.
İnancın gerçeğe açtığı savaş
Bunu Emete’nin her hal ve tavrından görmek mümkündür. Film henüz başlamıştır… Emete, kaybolmuş oğlunun eksikliğinin kederini yıllardır içinde dipdiri taşımaktadır. Bu, hayatının nihai eksiğidir, arzusu bu eksiklik etrafından dönüp durmaktadır. Ama Hasan’ın ölümcül kayboluşu, arzusuna ölümcül bir darbe indirmiştir. Arzusu yok olmamıştır, ama nesnesi değişmiştir. Şimdi yaşamak felaketi yaşamaktır. Hasan, oğlu Hasan ölmüş olsaydı hiç olmazsa umudu tükenecek, arzusu yeni bir yol çizecekti. Ancak durum böyle değildir; Hasan sadece kaybolmuştur, ölüp ölmediği konusunda hemen hiçbir belirti yoktur. İşte bu belirsizlik onda bitimsiz bir umut yaratarak acısını daimileştirir.
Umut öznenin bizzat kendisine yaptığı sinsi bir manipülasyondur, çünkü yüzünü gösterir göstermez arzunun nesnesine dönüşerek arzuyu beyhudeleştirir. Evet, umut asla arzunun yerine ikame edilebilir bir fenomen değildir, arzunun nesnesinin yerine yerleşerek özneyi hastalıklı kılan bir aldatmacadır. Emete’nin hayati eksiğinin besleyip büyüttüğü umut onu tamamlanamaz olanı tamamlamaya yönelik beyhude bir çabaya sürükler.
Duvar olarak tabir ettikleri kayanın dibinde çaresizce durur, kayadaki çatlakları ve gedikleri doldurarak kendi gönlündeki çatlağı ve gediği doldurmak ister. Fakat heyhat! Duvar tam da bulunduğu haliyle duvar değil midir? Bir kayada bir şeyin eksik olduğuna inanmanın bizzat kendisi zaten akıl almaz bir eksiklik değil midir? Bir kayanın tamlığına inanmamak doğaya inancını yitirmek değil midir? Ama Emete’nin arzuları yoktur ki, umudu vardır. Ve bunu bilmesi de, anlaması da mümkün değildir. Emete tam da böyle bir Emete olduğu için çıktığı yolun sonunu getirecektir. Eğilir kayanın tam dibinde yerden bir taş alır, kayanın göğsündeki gediğe yerleştirmeye çalışır… Ama küçük taşın yeri orası değildir, ama kaya göğsündeki gedikle kayadır. Taş yuvarlanıp düşecektir ya da kayanın bağrında ayrıksı ve eğreti duracaktır. Kaya eskisi gibi kayalığını sürdürür, Emete’nin gözleri hâlâ çaresiz bakar, yüzündeki kederin izleri derinliğini korur. Fakat işte inanç böyledir; kayada bir şey eksik değildir, kayanın çatlaklarına, gediklerine yerleştirilen taşlar hiçbir açığı kapatmış değildir, ne ki Emete’nin Emete olmasını sağlayan bütün varoluşsal duygular aynı şekilde devam ediyor, inancı zerre kadar sarsılmıyor. İnancın bizzat kendisi inanılmazdır, gerçeğin alanında hiçbir değişiklik yaratmayan sarsılmaz bir bağlılık sarsıcıdır. Gerçeğe devamlı yenik düşen bir yargının sarsılmaması dehşetengizdir.
Evet, kaya eski kayalığını, Emete eski Emeteliğini sürdürür. Eve gider, kayanın kayalığına müdahale edişini şaşkınlıkla izleyen kızı Suna peşine takılır. Kayaya söz geçirmeye çalışan Emete kendine söz geçirememiştir. Ve bunun karşılığı yaşamın niteliğinde, kalitesinde, değerinde kendini ele verir. Umudu arzusunun yüce nesnesine dönüşmüş bütün insanlarda olduğu gibi bu ailenin de yaşama kattığı kayda değer hiçbir şey yoktur. Yarı yıkık evlerinde, hayatın bütün zevklerinden fersah fersah uzak bir varoluş sürmekteler.
İnsan arzu duyan bir varlıktır, insanı arzu boyutuyla ele almak gerekir. Zira arzuladığı için emek harcar, arzuladığı için keşfeder, yaratır, didinir. Alın arzuları elinden, insandan geriye boş bir kalıp kalacaktır; ne yeteneklerini kullanmayı öğrenir ne de becerilerini geliştirir. Yetinmeyi, arzuları katı sınırlara hapsetmeyi, arzuları öldürmeyi sağlam bir benliğin belirtisi, etik erdemlerle bezenmiş eylemlerin, değerlerle yoğrulmuş bir yaşamın habercisi ilan etmiş bir perspektif hiçbir derde deva olmadığı gibi benliği iflah olmaz bir biçimde zayıflatır, insanlarla erdemler arasında kapatılması imkânsız bir mesafe koyar, yaşamı değerden düşürür. Erich Fromm’un diliyle ifade edilirse, arzu, özneyi sahip olma yanılsamasından kurtarıp olma sürecine sokan, elde etmenin yolunu kapatıp olmak için bir yol inşa etmeye sevk eden özsel bir fenomendir. İnsan arzularını doyurmak üzere doğayı dönüştürmek ister, doğayı dönüştürmek üzere kendini keşfetmek zorunda kalır, daha fazla şey olma çabasına girişir. Doğanın sesine kulak vermeyi, doğanın yasasını anlamayı nihai etik edim olarak almış olması Spinoza’nın derin bilgeliğini gösterir.
Belirsizlikten nemalanan umudun yarattığı inancın gerçeğe açtığı savaş, insanın kendini ve olanaklarını görmesinin imkânını bütün bütün ortadan kaldırır. İyi yaşayıp yaşamadıklarını, varoluşu güçlü kılmak için, yaşamı ve dünyayı dönüştürmek için emek harcayıp harcamadıklarını sorgulamayı bir yana bırakan Hasan’ın ailesinin fertleri inandıkları uğruna kendi insani olanaklarını ve yaşamın nimetlerini çarçur etmekte fena halde becerikliler. Bütün anlam ve değerleri belirsiz bir talebe kurban etmekten imtina etmezler. Böyle bir durumda ne inanmak ve bilmek yaşama hizmet eder ne de insanların arzu, yetenek ve becerileri değer olarak görülür. Aksine yaşam inancın hizmetine sunulur, herkes başkalarını kendisi için feda edilebilir bir araç olarak görür. Hâlbuki hayat fedakârlıkla değil, birlikte olmakla zenginleşir. İnsanlar kendilerini birbirlerine adadıklarında değil, arzu, yetenek ve becerilerini paylaştıklarında hayatı zenginleştirirler.
‘Bilgi kendi nesnesinden doğarken,
inanç kendi nesnesini yaratır’
İnandıklarına bu kadar fazla değer atfetmiş olmakla yaşama sırtlarını dönen aile fertleri yaşamayı birbirine hesap sormaya indirgiyorlar. Ve bu girişimi başlatan Emete tek bedeli kocası Ekber’e ödetmez, aynı zamanda kendisi de ağır bedeller öder. Emete Hasan’ın kayboluşunun hesabını Ekber’e sorar. Hasan’ın kayboluşunda Ekber’in hiçbir kabahati yoktur, ama Emete, duvar-kayayı o günden bu yana ziyaret etmemesini hem Ekber’in kabahatinin nedeni hem de sonucu olduğuna inanır. Kerametine sual sorulmaz bir inanç beslenen duvar-kaya Hasan’ın kayboluşunun nedeni midir, yoksa bu kayboluştan doğan sonucun nedeni mi? Zira Ekber duvar-kayayı ziyaret etmediği için Hasan kaybolmuş değildir, Hasan kaybolduktan sonra ziyaret etmemiştir. Buna bakılırsa, Ekber’in kabahatli olmadığı sonucuna varmak lazım, ama Emete bundan farklı bir sonuç çıkarır. Hasan’ın kayboluşunda Ekber’in bağışlanamaz bir suçu vardır. Bilincin böyle bir durumda Ekber’in bir kurban olduğu sonucuna varması beklenir, ama Emete bilinci işe koşmaz, inancıyla iş görür. Bundan anlıyoruz ki, İoanna Kuçuradi’nin dediği gibi, bilgi kendi nesnesinden doğarken, inanç bizzat nesnesini yaratır. Böylece inancı, Emete ile kocası arasına, Suna ile babası arasına aşılması mümkün olmayan bir mesafe koyar. Ailenin hiçbir ferdinin bir diğerinin yaşamına katacağı bir şey yoktur, tam aksine yaşam aile fertleri arasındaki mücadeleyi besleyen inanca ödenen bir bedeldir.
Ekber hep inanan, arada bir de gözlerini kapatıp düşünen bir insandır. Aynı şey Emete için de geçerlidir; Emete gerçeğe hep inançlarının gömleğini giydirdiği içindir ki, Selim’in kim olduğunu sormayı asla akıl etmez, tam aksine ilk gördüğü andan itibaren onun Hasan olduğuna inanır. Böylece hem Hasan’a yabancılaşır hem de Selim’i anlama, tanıma imkânını yitirir. Demek ki gözleriyle bakanlar fazla uzağı göremezler; demek düşüncenin ufukların ötesine uzanan gücü gözlerin mekânsallığının askıya alınmasıyla mümkün oluyor. Gerçeğe savaş ilan etmiş olan inancın ne kendisine ne de varoluşa bir getirisi vardır. Gerçek önünde sonunda inanca galebe çalacaktır, gerçek en nihayetinde zafer kazanacaktır, ama kanlı bir zafer... Varoluşun güdükleşmesi pahasına kazanılmış bir zafer… Ne ki gerçeği suçlama hakkına sahip değiliz, onu buna zorlayan inançlarımıza yönelmemiz gerekir. Gerçek sadedir, sadece kendine gösterdiği sadakate sarılır.
İnancı kaba bir biçimde dini inançla sınırlamamak lazım; inancı gerçekle -ama gerçeği olgusallıkla özdeşleştiren o özensiz tutumdan kaçınmak koşuluyla- yetinmeyen, aksine yarattığı nesneye gerçeklik atfedip gerçekle sonuçsuz bir mücadele başlatan yargılar kümesi olarak aldığımızda bütün taşlar yerine oturmaya başlar. Elbette bu kaçınılmaz bir mücadele değildir; zira gerçeğin kendisine de inançla sarılmak mümkündür. Haliyle insanın başına gelen felaketlerin arkasında gerçekten kopuşun yattığına kuşku beslemek gerçeğe savaş açan bir başka inanç yaratmaktan başka bir işe yaramaz.
Varoluşun yargıçlığını yapan Memur
İnancın gerçeğe karşı verdiği beyhude mücadelenin ortasına gizemli karakter Memur gelir keskin bir tavırla oturuverir. Memur son derece ilginç bir imge-karakterdir. Kafka’nın Dava’sını anımsatan bir karakter… Dava’da ete kemiğe bürünmeyen yargıcın yürüttüğü belirsiz davanın cezasının belirginliği söz konusuyken, Taş’ta Memur bir hesabın belirsizliğinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Son derece kendinden emin Memur’un bu güveni nereden geliyor acaba? Sorunun cevabı için bir yandan Oscar Wilde’ın eleştirmenliğe verdiği hakkı, bir yandan Ranciere’in seyirciye verdiği özgürlüğü kullanalım. Sanat eseri her zaman sanatçının tasarladığından fazladır. Durum böyle olmasaydı sanatın gücü bir kişi olarak sanatçının gücüyle sınırlanmış olurdu. Oysa gücü daima sanatçı-kişinin gücünü aştığındandır ki sanat dünyayı dönüştürme kudretini taşır. Öyleyse sanatçının peşinden sürüklenip eseri gözden kaybetmemek, tam aksine sanatçıya sırtımızı dönüp eserin izini sürmeyi nihai görev ilan etmek gerekir.
Söylenenlere göre bir okulda bir patlama olmuştur, bu patlamada çocuklar aniden ortadan kaybolmuştur. Evet, ama patlamanın ne olduğunu da, neden olduğunu da, çocukların ortadan kaybolmasının ne demek olduğunu da bilen yoktur. Emete ve Ekber bu patlamanın arzularında çatlaklar, kırıklıklar yarattığı kurbanlardır. Gel gör ki onlara bir Memur hesap sormaktadır. Üstelik sadece onlara değil, bütün köy ahalisine... Öyleyse Memur Hasan’ın kaybolmasının hesabını değil, kaybolmuş Hasan’ın kayboluşuna takınılan tavrın hesabını sormaktadır. Hasan kaybolmuştur ama kimse bunu sormamaktadır, Hasan kaybolmuştur ama herkesin bundan sonraki hayatı bu havadisin gölgesinde kalmıştır, Hasan kaybolmuştur ama herkesin, özellikle de Emete’nin bu kayboluşa inanç aracılığıyla yüklediği anlam gerçeği tahrip etmektedir, Hasan kaybolmuştur Selim ortada belirivermiştir, bu iki durumun gerçekliğinin yol alışı Emete’nin Selim’i Hasan’a dönüştüren inancında zerre kadar gedik açmamaktadır. Hasan kaybolmuştur ama şimdi Emete de ruhu kayıp bir cisimdir. Üstelik Ekber ve Suna’yı da kendilerini kaybetmeye zorlamaktadır.
İnanç arzuya düzenlediği suikast sayesinde varlığını sürdürür. Hakikatli bir dünya yaratma hevesiyle belirse de, gerçek dünyayı yıkmakla yol alır. Bu nedenle özne, gerçekle inatlaşan inancıyla arzularını öldürür, arzularını öldürdükçe inancını katılaştırır; önce taşın taş olmadığını iddia eder, sonra kendisi kaya kadar sertleşir.
İşte şimdi Memur bunun hesabını sormaktadır. Öyleyse Memur gerçeğin haklarını saklı tutan bir yargıçtır, öyleyse Memur gerçeğin yasalarının gereğini görünür kılmaktadır. Memur Hasan’ın kayboluş gerçeğine, inancın bu gerçeğe müdahalesine, inancın yaşamın seyrinin yasasına, doğal dünyanın kanununa aykırılığı adına hesap sormaktadır. Yaşam Memur kılığında Emete’yi ve köylüleri son derece zor bir ikilemle karşı karşıya getirir. Ya Hasan veya Selim -belki de Selim-Hasan- ya da köydeki bütün taşlar… Başka bir deyişle Hasan ilan edilen Selim olarak inançlarından ya da baki, daimi, kadim taşlar nezdinde gerçeğin bizzat kendisinden birini seçmelerini istiyor. Memur, Selim ile taşlar ikilemiyle Emete ve köylüleri inanç ile yaşamın gerçekliği arasında seçim yapmakla karşı karşıya getiriyor. Ama bu ikilemi yaratan Memur değildir, Emete ve köylülerin nezdinde insanın bizzat kendisidir. Memur bunu dışsallaştırarak insanın kendisini yaşam ile inanç arasında sıkıştırmasıyla yüz yüze getirir. Memur varoluşun avukatlığını yapmıyor, varoluşun yargıçlığını yapıyor; seçime göre yaptırım gelecek…
Evet, ama bu zorlu ikilemi yaratan insanlardan, seçimin fena halde zor olacağını kestirmelerini beklemek de aynı ölçüde zordur. Emete ve köylüler bu zorluğu bütün açıklığıyla görünüşe getiriyorlar. Memur’un köydeki atıl ve kullanılmamış, kullanılmayacak taşlar karşılığında Selim’i önermediğini, aynı zamanda köydeki bütün ev ve yapılarda kullanılan taşları da istediğini anladıklarında, sadece derin bir hayal kırıklığı yaşamıyorlar, aynı zamanda seçimin mutlak ağırlığı altında sarsılıyorlar. Öyleyse köylüler yaşamak ile inanmak arasında seçim yapacaklardır. Selim -buna inanç diyelim- köyde kalmak istediğini Suna’ya söyler… İnanca -Selim’e- fazla bağlı olmayan, ama inancın katılığından da annesi ve babası sayesinde haberdar olan Suna inancı bilginin elinden geçirir. İnanç köyde kalırsa, yaşamdan eser kalmayacaktır, dolayısıyla inançtan da… Selim, yani inanç köyden giderse, taşların işlevi, yani yaşam devam edecektir. Bilgi inancın yerine geçmez, ama Suna aracılığıyla inanca hafif dokunur, yönünü değiştirir. Ne ki bu da çare değildir. Suna’nın bilgi aracılığıyla inanca dokunması Suna’nın kişiselliğidir, Emete’nin ve köylülerin değil. Selim’den bir Hasan yaratmış inancıyla Emete’nin buna karşı duracağı gün gibi ortadadır. Suna’nın Selim’le gidişine izin vermez. Köylüler Selim’den vazgeçerler, istemeye istemeye Selim’in gidişine razı olurlar, ama Emete onun peşine takılır.
Köylüler şimdi yaşamla birlikte yeni bir olanak yaratmanın imkânına sahipler, yaratıp yaratmayacakları konusunda bir şey söylemek akla uygun değildir, ama en azından bir olanak vardır. Selim belirsizliğe kaçar, Memur uçsuz bucaksız mekânlarda onu bulmakta zorlanmaz, karşısına dikilir. Onu, yaşamın gerçeği adına tutacaktır. Emete köydeki taşlardan da, Selim’in Hasanlığından da vazgeçmez. Emete inançtan da yaşamdan da geçmez. Selim’in peşinden koşturur, uçsuz bucaksız mekânların belirsizliği ve tehlikesi altında yaşamın kanununu, yasasını öldürmek ister. Eğilir, sağlam bir taş alır. Taşlar kadar katı inancıyla yaşamın yasasının gerçekliğine son bir darbe vurmak ister, ama yapamaz. İnancıyla inşa ettiği bir yaşam ister, ama inancı yaşamayı ayakta tutmaya yetmez. Yetmez, ama bunu kabullenmez, kabullenemez, ikisini de bir arada tutmak ister. Hasan ilan ettiği Selim ile köyün bütün taşlarına, yaşamın gerçekliğine aykırı düşse de yaşam ile inanca bir arada sahip olmak ister. Fakat uzlaşmaz zıtlıkları bir arada tutmak isteğiyle, hem kendisini, hem yaşamı, hem de inancını yıkıcı bir tehlikenin kucağına atar. Demek inançlarımızın elinden acı çekiyoruz, acı çekmeye inanıyoruz. Köylülerin seçimi köyde kalmaktan yana kullanmaları, Emete’nin köyden kaçıp Selim’in peşine takılması… İnsani olanaklar bağlamında, yaşamın inşası bağlamında bu iki seçenekten birinden yana tavır takınmak hayatı zayıf düşürmektir. Köylüler seçimleriyle kendilerini arzu duyan, ama gereğini yapmayan hastalıklı tiplere, Emete ise seçimiyle arzularını inancına kurban eden bir gerçeğe-karşı tipe indirger.
Dünyanın boyutları, ebatları, yaşamın olanakları ve insanın arzuları… Bu üçünü bir arada düşündüğümüzde, tercihte bulunmak, sadece iki seçenek arasında seçim yapmak değildir, aynı zamanda, hatta daha çok diğer olası seçenekleri aramaya çıkma seçimini de barındırır. Bu seçeneği de barındırır, çünkü varoluşun bireysel mahiyeti toplumsal/simgesel ideolojik manipülasyonların üstesinden gelmeyi vazgeçilmez bir koşul sayar.
Emete’nin son sahnedeki sürüklenişi, ne yapacağını bilmezliği, ama yine de gerçeklikle kavga etmekteki kararlılığının ağırlığı bütün kasvetiyle ortada duruyor. Bütün bunlar olup biterken, her şey kaskatı kesilmiştir. İnancın kendisi de, gerçeğin inkârı da… Her şey taş kesilmiştir; köy, zaman, mekân, hava…
Hareket sinemanın bedeniyse, görüntü ruhudur
Taş görüntü yönetmenliği bağlamında harikulade bir iş başarıyor. Zamanın ve mekânın rengine dokunuşuyla biraz Tarkovski, biraz Haneke kıvamında bir bağlam yaratıyor, ancak kesinlikle onlara öykünmüyor. Onların sanatsal ustalığına yaklaşıyor, hatta yakalıyor, ama kendi temasının duygusunu ustalıkla ele veriyor. Orhan Eskiköy’ün temayı harekete dönüştüren yönetmenliğine Türksoy Gölebeyi’nin görüntü yönetmenliği yardım edip düşünceyi duyguya dönüştürerek ya da düşüncelere uygun duygular yaratarak sinematografik bir dünya inşa ediyor. Üstelik de olan bitenin yakıcı ağırlığına rağmen insanın ruhunda derin bir estetik iz bırakarak… Zira hareket sinemanın bedeniyse, görüntü ruhudur. Bu bedene bu ruhu üflemek olsa olsa usta bir yaratıcının eseri olabilir.
Sanat direniştir… Üstelik hakikatli veya gerçek direnişe karşı duran ya da bir tür karşı-direniş olan sıradan veya yüzeysel politik sahteliği de deşifre eden bir direniş… Güzelin toplumsal iyiye, etiğin ahlaka, değerin değer yargılarına, bireysel olanın kalabalığa, yaratıcılığın tutuculuğa, inşanın tahripkâr olana, kısacası varoluşun toplumsal, simgesel/ideolojik olana direnişi… Deneyimlerini, varoluşunu gerçeklik düzlemine taşıyan kanlı canlı deneyimlerini, inançlarına, haklılığı konusunda hiçbir emarenin bulunmadığı inançlarına fütursuzca kurban etmesi, üstelik bundan da huzur bulacağına inanması insanın alâmetifarikasıdır. İçinde yaşadığı hayatın gerçekliğinden kuşku duyup, neresinden tutulursa tutulsun kuşku uyandırıcı yargılara teslim olan bir varlığın derin çelişkilerinin bedeli, olanın hafifliğinin yerine olmayanın ağırlığının geçmesidir. Bu bedeli bin yıllardır ödemekten bitap düşmüş insan, yaşamak için kalmayan mecalini oyun oynamanın hizmetine adamıştır. İnsan inançlarına sarılmaktan ustalaştıkça, yaşama konusunda acemileşiyor.
Toplumsal/simgesel ahlakın, toplumsal/simgesel ideolojinin mutlak iyiliği temsil ettiğine dair inancın yarattığı sarsılmaz egemenlik yüzünden gerçeklikle arası açılmış olan insanın, değerlerden, varoluşun mahiyetinden ve kendi olanaklarından haberdar olması, Emete’nin gerçekliği keşfetmesi kadar zorlaşmışken, sanat gerçeğin ve hakikatin izinden gitmeye yönelik sorumlulukla yapacağını yapmaya devam ediyor. Toplumsal/simgesel olanın karşısına insani arzuyu çıkarıyor. Taş’ta olup-biten her şey, Nietzsche’nin insanlığa yaptığı varoluşsal katkıya toplumsal ideolojinin zorlamasıyla yapılan ihanetin bedelini insanların ödediğini kanıtlıyor. İyilik kötülük üretiyor, kötü ilan edilenin iyiliğinin üstü kalın ideolojik örtülerle örtülüyor.
İnsan, doğaya ve yaşama toplumsal ideolojik genel kanaatlerin beklentilerine göre kıyafet giydirmekle değil, doğayı ve yaşamı anlama, keşfetme sayesinde ulaşacağı yargılar aracılığıyla insanlığa hizmet edebilir. Yaşamı yargılamak değil, yaşamdan yargı çıkarmak… Yaşama inanç giydirmek değil, yaşama inanmak… İnancı kutsayarak yaşamdan nefret etmek değil, yaşamı severek gelecek inşa etmek… İşte mesele budur! Kimse insani olanaklarını başkalarına adamakla onlara hizmet edemez. Her insan ancak olanaklarını kullanarak kendisinin ve başkasının hayatına bir şey katabilir. Gerçeğe karşı inatla durmak değil, gerçeği sabırla keşfetmek…
Taş gibi gizemli bir iş yapan bir filmden, Orhan Eskiköy’ün tabiriyle romandan ve öyküden değil, şiir ile sinema arasındaki kardeşlikten beslenen bir filmden böyle bir teori çıkarmak, sinemanın şiirselliğine aykırı düşmüyor. Bunu böyle anlamamak lazım! Zira teori sinema ile şiir arasındaki kardeşliğin arasını açmaz, aksine sinema ile şiir arasındaki kardeşlik sayesinde hikâyeye, öyküye, romana, dahası teoriye estetik bir görünüm kazandırır. Sinemanın şiirselliğinden öyküden, hikâyeden, romandan, teoriden kopuşu değil, öyküyü, hikâyeyi, romanı, teoriyi şiirsel bir dokunuşla sinematografiye dönüştürmeyi anlamak gerekir. Neden açıktır; Badiou’nun ifadesiyle, sinema sanatların artı biridir. Sinemada bütün sanatlara yer vardır, ama sinemada yer alan hiçbir sanat sinemadan önceki kendi halindeki sanat değildir. Sinemanın eli değdiği anda her sanat sinematografik dünyada yeni bir tarz ve biçim kazanır.
Taş insanlığın inanç aracılığıyla gerçekle kurduğu ilişkinin şiirsel hikâyesidir. Şiirselliğindendir ki, ne hikâyeyi hikâye formunda tutar, ne teorik argümanlara sığınır, ne imgeyi sözcüklerin ve kelimelerin gölgesinde boğar, ne politik bir tavır takınır ve ne de bir inanç yaratmaya yeltenir. İnsani gerçek ile hayati gerçeği bir araya getirerek görüntü aracılığıyla insanın şiirini yazar.
Taş’ın sinematografik başarısına bakılırsa, Orhan Eskiköy’ün yönetmenliği daha önceki filmlerine gösterilenden daha fazla entelektüel ilgiyi hak ediyor. Eskiköy’ün az zaman sonra sinemanın ustaları arasında yerini alacağından kuşku duymak için hiçbir neden bulunmuyor. Türkiye’de sanatın ve sanatçıların dezavantajı sanatsal yetenek eksikliği değildir, sanatsal yeteneği besleyen teorik dünyanın darlığıdır. Buna ilaveten Emete’yi oynayan Jale Arıkan’ın yüzündeki ifade, onun bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu gösterirken, performansı Moskova Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü almış olmasının rastlantı olmadığını kanıtlıyor. Evet, ama Muhammet Uzuner’in, Ahmet Varlı’nın, Beste Kökdemir’in, onlar kadar görünmese de Memur karakterini oynayan Saygın Soysal'ın filmin şiirsel işlenişine büyük bir emekle karşılık verdiğini söylemek gerekir.
Orhan Eskiköy: Taş'ta, şiirle sinema arasındaki kardeşlik üzerine düşünmek istedim