Sinema… Bilgeliğin zamane enstrümanı, sonsuz tinin gözü, görünmeyen dünyanın görüntüsü... Görüntü, insanlar arasında bazı insanları, eylemler arasında bazı eylemleri, ilişkiler arasında bazı ilişkileri, nesneler arasında bazı nesneleri, kısacası şeyler arasında bazı şeyleri yalıtıp sahneye çeker. Bu sayede, onların çokluğun içinde kaybolup gitmesinin önüne geçer, diğerlerine benzerlikleri nedeniyle el altından kaçma riski taşıyan özgünlüklerini bakışa sunar, yaşam içindeki yerlerini açığa çıkarır, varoluşsal önemini görünür kılar.
İnsan dünyasında değerli olmayan çok şey vardır, ama önemsiz şey yoktur. Şeylerin önemi, yarattıkları yaşam bağlamları belirler. Ve sinema şeylerin yaşam bağlamlarını görünür kılmak için estetik ayıklamayı devreye sokar. Gelgelelim sinemanın ayrıcalığı olan görüntü, şeyler kalabalığının yarattığı dünyevi hengâme içinde belirli bir şeyin tekil önemini gizleme riski de barındırır. Hâl böyleyken, sinemayı sinema yapan şeyin, onun gücünü elinden alan şeye dönüşme ihtimali hayli yüksektir.
Görüntü boğucudur; şeyler kalabalığını düşünülür ve hissedilebilir fenomenlerin önüne taşıyıp tinselliğin içini boşaltma, olgusal talebi estetik deneyimin önüne çekip iç görüyü körleştirme, nesneleri ve şeyleri sinematografik bakışın önüne koyup sinemanın sanatsallığını zayıf düşürme riski barındırır. Ve fakat, iyi filmleri kötü filmlerden, sanat filmlerini piyasa filmlerinden ayırmamızı sağlayan şey tam da bu risktir. Sinemanın varlık nedeni, aynı zamanda krizinin nedeni olabiliyorsa, bu nedenin hangi yönde iş göreceğini belirleyen şey yönetmenin estetik görüsüdür.
Sinema, görüntü kalabalığını hizaya çekme yoluyla görünür şeyler dünyasının tekilliklerini birer görünüş -Kantçı anlamda- olmaktan çıkarıp ilgilenilen şey haline getirir. Heidegger’in ifadesiyle "el-altında-olan" şey, "ihtimam-gösterilen" şeye dönüşür. Görüntü bağlamında sade filmler, derin duygu ve tutkular ile zamanı ve mekânı yakalayan düşünceler yaratır. Böylece, duygu ve bilginin üstünü örten şeyler kalabalığını görünmez kılar.
Bu hamleyle olup-biteni tinsellikle yoğururken, anlam görüntünün ardından kaybolmaktan kurtulur. Zira bu hamle, şeylerin bakış üstünde kurmuş olduğu hâkimiyeti kırıp, onu özgürleştirir. Bundan böyle bakış ideolojiye maruz kalmaz, nesnelerin tekil çokluğu içinde boğulup kaybolmaz, aksine şeylerle arasındaki mesafenin ideal biçimini ayarlar. Bakış, belirli bir şeyi seçer, çekip alır, ilgi alanına taşır. İyi filmlerin mahareti görüntünün bu zor görülür tuzağına düşmemekten gelir, çünkü görüntü enflasyonun düzeyini mümkün mertebe düşürmüşlerdir. Görüntü geçip gidendir, akış halindedir… Ve bu, yoksunluk gereği, kalıcı ve içsel olana yapılan muhalefettir. Görüntü ne kadar kalabalıklaşırsa, duygu ve anlam o kadar görünmez olur.
İçsel olanı işlemek için görüntü sanatını az görüntüyle yapmak... İşte iyi sinemanın sırrı, işte sinemanın şiirselliğinin yeri! Görüntünün gücü, kavramlara mecbur kalma, bilincin toplumsal kodlara teşne taleplerine boyun eğme zorunluluğuna meydan okur. Gelgelelim bu baştan çıkarıcı gücüne kapılıp görüntünün sınırlarını genişleten her film, onun hızına kapılıp hayatı geride bırakma riskine yakalanır.
Görüntü… Tamam, ama insan ruhunun derinliklerine yolculuk yapabileceğimiz düzeyde. Bir yandan, kavramlara boyun eğmemek, öte yandan içsel olana doğru yola çıkmak... Heidegger’in poetik düşünü gerçekleştirmenin yolu, onun düşüne girmemiş olan sinemadan geçer. Sinema, tekniğin yarattığı yabancılaşmayı, tekniği kullanarak düşünmenin şiirsel biçimine geçerek aşar. Sinema, tekniğe şiirle yapılan müdahaledir. Böylece, teknik ile şiiri bir araya getirerek, insanı kendi gerçeğiyle karşılaşma olanağı yaratır.
Görüntünün dozunu ayarlayan filimler gözle değil, fanteziyle, hayal gücüyle izlenir. Evet, göz hâlâ devrededir, ama bambaşka bir iş görür; aklın peşinden ayrılıp, ona kılavuzluk yapar. Sinemada göz, duyusal görmenin yerine fantastik görmeyi ikama eder. Ve fakat, göze bu olağanüstü hamleyi yaptıran görüntünün, eksiklik ve aşırılık arasında iyi ayarlanmış dozudur. Fantezi, bilinci askıya alıp, seyirciyi yaygın ideolojinin yolundan çıkarır, egemen ahlakın mecrasından uzaklaştırır. Bilişsel görme, bilinç yoluyla görme, akıl aracılığıyla bakma gibi tüm kavramsal etkinlikler, en nihayetinde yaygın kodlarla hayata bakmak olduğundan, fantezi, egemen ideolojinin manipüle edip görünmez kıldığı şeyi görme imkanı yaratır.
Platon’dan esinlenip sinema salonlarının girişine şu türden bir uyarı koymak güzel olurdu: Buraya hayal kurmayı bilmeyenler giremez! Gelgelelim sinema sektörünün kanunlarını, asli görevi hayallerle savaşmak olan hesapçılar yazar.