Yavuz Adugit

31 Mayıs 2020

Kış Işığı: Kutsal ihanet

Tomas’ın içinde bulunduğu tüm bedensel ve ruhsal hallerin arkasında, inandığı tanrı fikri yatar. Bu yüzendir ki, sefaletinin, düşkünlüğünün nedeninin, kendini adadığı iman olduğunu fark ettiği gün, Tanrı ile arasını açar...

İnanmadığı dünya görüşüyle uyum içinde yaşamaya çalışan kişi, ilkin kendine inancını kaybeder. Başka bir şeye bağlanmak, kendinden kopmaktır. Hemen ardından yaşama enerjisinin tükenişini sahneye koyan bir deneyimler silsilesi varoluşa egemen olur. Böylece, takatten düşmüş beden her hastalığa açık hale gelir. Spinoza’nın yüzyıllar önce fark ettiği bu hakikati, Ingram Bergman’ın yaratıcı nefesinin can verdiği küçük kasaba papazı Tomas’ın bedeni doğrular. Sürekli bitkin halde oluşunu soğuk algınlığına bağlar papaz. Oysa seyretmekte olduğumuz şey, çaresiz ruhun güçsüz bıraktığı bedene her illetin işlemesinin kaçınılmazlığıdır.

Tomas’ın vaazlarının hiçbir şeye hayrının dokunmadığını, dahası her şeyi olduğundan da kötü hale getirdiğini, kronikleşmiş bitkinliğinden anlarız. Önce bilinçdışı, sonra bilinç yoluyla ruhuna işlemiş sözden yakasını kurtaran kişi, insanın mucizesini gerçekleştirir. Üstelik gizemle bezenmiş tanrısal söz, ona uzaktan bakana umut aşılar. Şeylerin üstündeki gizem örtüsünü kaldırmak, onlardan yakamızı kurtarmak için büyük bir adımdır. İntihardan kaçmak için didinip duran Jonas, dinin uzatabileceği bir yardım elinin bulunmadığını, yaşamı pahasına gösterir. Varoluşsal derdin dermanını bilen bir din adamı yoktur. Kendine inancını kaybetmiş kişiye inanmak büyük bir çiledir. Istırabın kökleri derinlerdeyse, sonuç neden yerine oturur. Jonas’ın çilesi, Çinlilerin nefretle yetiştirildiğine, Çin hükümetinin yakında atom bombası üreteceğine dair gazetede okuduğu haberdir.


Bu, ilk elden komik gelebilir, ama etki bırakan hiçbir şey önemsiz değildir. Olanların etki gücü sanıldığı kadar nesnel değildir. Bir ağacın kurumasından acı duyanlar da vardır, milyonlarca insanın acısından eğlence çıkaranlar da... Yaşama bakışında çatlak oluşmuş kişiyi harekete geçirecek olan şeyin büyüklüğüne veya küçüklüğüne, gerçekliğine veya gerçek-dışılığına takılmamak gerekir. Felaketin boyutu, inancın yarattığı beklentiyle orantılıdır çünkü. Kafaya takılan şey takılmıştır bir kere. Yaşamla bağı kopmuş kişinin nedeni içseldir, diğer şeyler sadece tetikler. Olacak olan olacaktır, bahane gereklidir.

Tomas ile Jonas’ın ruh hallerindeki benzerliğin nedeni, kötülüğün sıradanlaşıp dünyayı esir almasıdır. Her şey bu kadar kötüyse, hiçbir şeyde değer bulamayacaksak, neden yaşayalım? İkisinin de kafasını bu soru kemirmektedir. Olası bir cevaba inancı kalmamış Jonas intihar eder. Tomas’ın ruhundaki ışık ise bitti bitecek kadar azalmıştır, fakat tamamen tükenmemiştir. Ve cevabı, onu cevapsız bırakan yerde bulur. İnancı, yaşama enerjisini, hayata değer katma gücünü zedelemiştir. Sonuca varır: Tanrı yoktur!

Evet, ama papaz Tomas hiç de haklı değildir. Tanrı vardır! Tomas’ın varlığı değil, fakat içinde bulunduğu hal bunun kanıtıdır. Bu, “ben varım, öyleyse Tanrı vardır”, şeklinde değil, “ben bu haldeyim, öyleyse Tanrı vardır” şeklinde formüle edilebilecek bir çıkarımdır. Tanrı, adının anıldığı ilk günden bu yana vardır. Tanrı fikir olarak, söz olarak, yasa olarak diyar diyar dolaşıp durmaktadır. Varlık nesnel mevcudiyeti şart koşmaz. Var olmak bir yerde bulunmak demek değildir. Var olmak etki etmektir, iz bırakmaktır. Tanrı, söz olarak ulaşabildiği her ruhta, yasa koyucu buyruk olarak sınır çizdiği her yerde vardır. İnananın benliği kurar, eylem alanına sınırlar çizer, yaşamını çekip çevirir. Bu nedenle, dindarın eylemi, benliği ve yaşamı, tanrısal doğanın niteliklerine göndermede bulunur. Tanrı sözse, sözün etkisinin yarattığı sonuç, Tanrı’nın nasıl bir var-olan olduğunu gösterir.

Papaz Tomas farkında değildir belki, fakat, şu yaşına kadar olduğu şey oluşu, tanrısal sözün eseridir. Yalnızca, tanrısal emirlerin yaşamına hiç etki etmediği biri “Tanrı yoktur!” diyebilir. Oysa Tomas’ın bütün yaptıklarının ve yapmadıklarının arkasında Tanrı fikri bulunur. Yaşama enerjisini yitirmiş, ruhunun yaratıcı ışığı sönmüş, bu dünyaya ve insanlara uzak düşmüştür. Eylemleri etkisizdir, kendine olan inancını kaybetmiştir… Dünyaya, yaşama, insanlara, kendine bakışının ardındaki perspektif Tanrı inancından devşirilmişse, bunlarla ilişkisinin doğası neyse, Tanrı’nın adı da odur. Tomas’ın içinde bulunduğu tüm bedensel ve ruhsal hallerin arkasında, inandığı tanrı fikri yatar. Bu yüzendir ki, sefaletinin, düşkünlüğünün nedeninin, kendini adadığı iman olduğunu fark ettiği gün, Tanrı ile arasını açar. Bu, varlığını kabul edip, onu onaylamamak anlamına gelir. Tanrı’nın olmadığını kanıtlamadığı gibi, kendi halinin dolayımı yoluyla Tanrı’nın varlığını sabitler.

Papaz Tomas, -haliyle Bergman- bu meselenin özünü kavramış olmaktan uzaktır. Tanrı fikrini sorguya çektikleri için değil, sorgunun kaynağını yanlış yerde aradıkları için. “Tanrı vardır ve ondan kurtulmak gerekir” diyeceğine, “Tanrı yoktur” der. Tanrı’nın yokluğu kanıtlamak mümkün değildir, fakat Tanrı’yı öldürmek mümkündür. Nietzsche’nin incelikli akıl yürütmelere girişmeden, doğrudan “Tanrı öldü!” tespitiyle meseleye müdahil olmasının nedeni budur. Ve fakat, Tanrı’nın ölümünden, onun cinayete kurban gitmesi anlaşılabilir ancak. Tanrının-Adı bir kere anılmışsa, doğal ölüme karşı bağışıklık kazanır. Tanrı ölmez, öldürülür. Cinayet kişiseldir; katil, Tanrı’nın adını sadece kendi dünyasında lağveder. Gelgelelim kimse yakasını Tanrı’dan tamamen kurtaramaz. Zira, yalnızca kendi aralarında “barışsever” olanlar, politika aracılığıyla tanrısal yasayı ahlak namına katillerinin dünyasına taşımak için her yolu mubah sayarlar.

Katilin silahı tefekkür, mermisi çelişkidir. Akıl, tanrısal söz ile dünya arasındaki uyumsuzluğu görünce, zincirleri koparır. Erdemlerle, değerlerle anılan Tanrı’nın adı neredeyse her kulağa ulaşacak kadar geniş bir krallık kurmuştur, fakat dünyaya hükmeden değersizliktir. Sözü böylesine heybetli Tanrı’nın sessizliği, dindarın eylemlerinin etkisizliğine atıf yapar. Bu, yüce olana bağlanmaktan ziyade, kendi içindeki boşluğu kaldıramamaktır. İnanmak, Tanrı’yı sezmek anlamına değil, değer yaratma kudretinin eksikliği anlamına da gelebilir. Bitkinlik, yalın bir tutum değişikliğiyle yıkılacak kadar zayıf olan kişisel dünyaları hiçbir gücün yıkamayacağı kadar güçlü bir inançla savunanın kefaretidir. Tomas’ın bulanık ruhu gri kış ayazında aydınlanır. Hemen ardında yaşamı olumlamaya başlar.

Tanrı’nın adının, öte dünya fikrinin yarattığı gizem her şeyin üstünü örtmüştü. Tomas, yüzünü dünyaya çevirir çevirmez, hayat anlaşılır hale gelir. Anlaşılmaz olan varoluş değil, inançlarımızdır. Bir tek doğanın yasası özerk ve sarsılmazdır. İnsan, ona egemen olamaz, onunla uyumlu yaşamak zorundadır. İnsani dünyada her şey insanın yapıp etmelerine bağlıdır. İyilik ve kötülük insanın eylem ve edimleriyle var olur. Yaşama değer katan da, yaşamı değersizleştiren de insandır. Öte dünya fikrinin yarattığı korku ve kaygı yerini yaşamı anlama arzusuna bırakır. Sırf inanç sahibi olduğu için neşeyle telaffuz ettiği “eşrefi mahlukat” düşüncesinin kibrinden kurtulur. Ebediyen var olacağına dair nevrotik umuttan yakasını kurtarır.