Sinema, canlılar arasında bir canlıyı insan kılıp belirli bir yaşam bağlamına taşıyan ruha, bedene üflenmiş nefese bakma işidir. Kamera derin tefekküre dalan bir aklın gözüdür. Bu bakışa ayak uyduran kişi, kameranın ışığını gözlerine perde gibi çeken kişi bambaşka bir dünyaya adım atacaktır. İlişkiler ile şeylerin görünen hallerini çekip çeviren tinin dünyasına... Görünür şeyleri birbirine bağlayan hamurun mecrasına…
Kızını döven daima dövünür
Elden ayaktan çekilmiş bir edayla karşımıza çıkan babanın halinin gerisinde kızının doğru yoldan saptığına dair mantık yoktur, sözüne kulak asılmamasının babalığında ve erkekliğinde açtığı bilinçdışı boşluk vardır. Simgesel/toplumsal rolü dirençle karşılaşınca ruhu derin bir krize tutulur. Güçten, iktidardan düşmüştür çünkü. Söze -yasaya- inancın şiddeti ile sözün temsil ettiği güç arasında ters bir orantı vardır; inanç ne kadar katıysa, söz o kadar kırılgandır. Bundandır ki en zayıf yasanın önünde sınırsız yetkiyle donatılmış bir polis gücü barikat kurar. Toplumsal kurgu nazarında yanlışlık ve doğruluk ne kişilerin arzu, yetenek ve becerilerinin doğasıyla ölçülür ne de yaşama katılan enerjinin kudretiyle… Bütün mesele, mahiyeti her neyse, söze harfiyen itaat edilip edilmediğidir. Babaların çocuklarını dövme hevesinin sonu gelmiyorsa, neden budur. Evdeki baba, devlet baba, Tanrı baba… İktidarın kalıtsal dizilimi böyledir. Ceza, bedenden ruha kayar; çünkü bedeni döverek ruhu terbiye edeceklerine inanırlar.
Sözün gücünün hayatla kurduğu bağdan geldiğini kestiremeyen babaların duygusunun öfkeden kine kayması ışık hızındadır. Hayata karşı refleksi, yaratılmış büyük değerleri koruma hassasiyeti değil, tarihsel mirastan beslenen ihtirastır. Ortada adından söz edilecek bir değer yoktur, bağıra çağıra slogan atan ideolojisiyle yaşama neşeyle atılan kişinin hevesini kursağında bırakmak isteyen bir politika vardır. Babalığın şefkatle tanımlanması olsa olsa babaların çocuklarını candan bezdirdiğinin kanıtıdır. Ve ahlak bu kanıtı gizleme stratejisidir.
Baba ile kız, yani yasa ile arzu arasındaki uyumsuzluğun patlak vermesi için basit bir kısa devre yeterlidir. Kendine ihanet etmeyecek birine ihtiyaç vardır, kendi değerini korumayı nihai etik ilke haline getiren birine. Fedakârlığı, içi hesapçı taleplerle dolu bir bohça gibi babanın kucağına atacak birine... Arzunun yerine yasayı ikame eden bir aurada, nefes almayı işkenceye dönüştüren bir yerde, kızının kalbini geleneğin soğukluğuyla kurutan bir babanın yanında, velhasıl durulmayacak bir yerden kaçmaktan gayri çare yoktur. Birinin kendi adına, arzusu uğruna atacağı küçük bir adım çok şey demektir. Ne var ki kendini gerçekleştirme serüvenini kendiymiş gibi yapmakla karıştıran acayip bir politika bu harika güce burun kıvırır. Yalın bir hamleyle düşecek kadar zayıf kişiyi kırılmaz bir zırha bürüyen şey, etrafındaki insanların karakterinin zayıflığıdır. Yalan olduğunu düşünce de biliyor, o da… Ne var ki kendini görmeyenler ile kendini inkâr edenler bilmiyorlar; çünkü ideoloji bir eksiksizlik fantazisidir. Tam da bu nedenle ideolojisi en katı olan, kendi eksiğini en az görendir. Böyle biri ne mi yaşar? Kesinlikle kendi "doğrusunu" değil, karşı olduğu yanlışı…
Gelgelelim yasa ile arzu arasına giren gerilim kontrol edilemezdir. Kaçışın acısı, kaçanın da kaçmaya vesile olanın da ruhunu kurutur. Hicran herkesin acısına atıf yapar. Sinemadan, Mehmet'in (Umut Kurt) kızı Hicran'dan (Miray Daner) daha az acı çektiği düşüncesiyle ya da "kızına bunları yapan baba beter olsun" duygusuyla çıkmak, filme herkesin acıyan canını acıtmaya devam edecek ölümcül bir ideolojik tokat atmaktır. Bakın, her şey işte orada, tam gözümüzün önünde! Baba, kızıyla aynı coğrafyada, aynı pozisyonda, aynı kederle hüngür hüngür ağlıyor. Kızı gibi o da boğuldu boğulacak ölçüde hıçkırıklara tutuluyor. Kızının arkasında batan o koca kızıl güneş önce onun arkasında batıyor.
Nietzsche'nin deve metaforu en çok babaya uyuyor olmalı. Baba olmak, Babanın-Adının yükünü taşımaktır. Yükün ağırlığı altında sendeleye sendeleye yürüyen, küçük bir engelle karşılaşınca dört dizi üstüne çöken bir deve... Düşen baba ne yazık ki herkesi aşağı çekecektir. Cehennemde yaşayan babaların kızları asla cenneti yaşayamazlar. Mehmet, kızına acı çektirdiği için acı çekmiyor, acı çektiği için kızına acı çektiriyor. Onun da en az Hicran ve bizim kadar kurtuluşa ermeye ihtiyacı vardır. Kurtuluş, herkesin elbirliği yapmasından geçer. Elbirliği yapmak ne çıkar birliği yapmaktır ne de aynı politika veya ideolojide buluşmaktır; yaratılan her güçlü söze -filme, kitaba, esere…- ufkumuzu açmaktır.
Babadan kaçıp Babanın-Adına yakalanmak
Bu olanaktan yoksun Hicran kaçtığı yerde bedeli ağır bir hakikat öğrenecektir. Babasının aklını ve kalbini, bilincini ve bilinçdışını binbir kusurla işleyen gelenek ya da kültür hem kendilerine hem de kadınlara güzel İstanbul'u çirkin bir pavyona dönüştürecek sayısız erkeği her sokakta hazır kıta bekletmektedir. Aşık erkekler, geveze erkekler, bilmiş erkekler, gerzek erkekler, bağnaz erkekler, kaba-saba erkekler, satıcı erkekler, tüccar erkekler, yalancı erkekler, yalnız erkekler... Boyabat ve İstanbul sokaklarında erkek resmi geçidini seyrederiz. Her biri tam da olması gereken zamanda olması gereken yerdedir. Her biri bilinçdışı bir yolla zincirin halkalarından birini tamamlar. Bir kısmı Boyabat'ta Rıza'yı (Burak Dakak) toplumun olağan erkeklik ideolojisinin huyuna suyuna çeker, bir kısmı da İstanbul'da geleneğin "büyük erkeklik idealine" ulaşmak için Hicran'ın başına çorap örer. "Değerli dünya" uğruna ortaya sürdükleri ahlakı pazarlayarak "büyüme" istenci böyle bir şeymiş meğer. Ahlak, toplumun damarlarında dolaşan tutarsızlığın semptomudur.
Pekâlâ ya Rıza? Herkesin canına okuyan sayısız nedenin saçılıp-döküldüğü bu eril meydanda bu genç adamın sükûnetinin gerisinde nasıl bir sır gizlidir acaba? Bu sır, Mehmet ile aynı kültürel iklimde soluk alan fakat bambaşka bir erkeğin, Burhan dedenin (Osman Alkaş) varlığıdır. Kant'ın etiğindeki mucize gibi. Hayır, bunu o genel kanaatle, gökten zembille indirilen "Anadolu bilgeliği" fikriyle açıklayamayız. Bütün bu olanlar Anadolu'da olmaktadır zaten. İnsan dünyasında insani hallerin arkasında mutlaka simgesel bir neden vardır. Ortalığın herkesin acısına bulandığı bu mecrada sessiz sedasız bir şekilde hayatı dokumaya çalışan bu adamın metaneti, hayatın ondan neşesini erken alması ile aşık bir kadından miras kalmadır. Aşksız bir dünyanın yaşanmaya değmediğini kanıtlayan bir kadın... Rıza'nın annesinin, babasına beslediği aşkın izi bu Hayatta derin bir iz bırakmıştır. Merak edilmeye değer bu kadın, dünyaya öyle büyülü dokunmuş ki, ruhu dedenin ruhuna sirayet ederek geride bıraktığı oğluna eşlik etmiştir. Bu çocuk da bu annenin eseridir.
Erkekliğini temize çıkarma isteğinin yavaş yavaş depreşmesi normaldir. Annesi ile dedesinden kalma miras ile sokağın dayattığı ideoloji arasında gerilim yaşaması doğaldır. Cani olmayanlar da cinayet işler. Tıpkı Masumiyet'in Yusuf'u gibi. Ne var ki cani olmayanın işlediği cinayetin altında ya başka bir cani ya da caniliği teşvik eden bir gelenek çıkar. Annesinin hikâyesini duyunca, aşkın büyük yolculukların duygusu olduğunu sezer. Aşk bu dünyadan çekip gitmeyi tetikleyecek kadar güçlüyse, aşksızlık elbette firar getirecektir. Bir kadın aşk için hayattan vazgeçiyorken, çok erkeğin bir kadının hayatına kastetmesi… Bir kadını aşksızlıktan kurtarabilirse, annesinin aşkını kırık kalbinde yaşatacaktır. Ok yaydan bu sırada çıkar, ancak hedeflediği bedene ulaşması zaman alacaktır. Hicran'ın gözlerine kurtuluş aratan erkekler birbirinin canını cehenneme gönderirler.
Silahın namlusundan çıkan mermi genç adamın beynini dağıtırken, Hicran'ın da aklını başına toplar. Değdi mi şimdi? Arzu uğruna babanın garezini üzerine çekmenin karşılığı üç kuruşluk adamlara yem olmak mıydı? Arzunun öznesi olma arayışı hazzın nesnesi olmayla mı son bulacaktı? Bu, Uğur'un yolundan sapmak değildir. Uğur, dönmeyi aklından bile geçirmedi, çünkü hem baba evi yıkıktı hem de aşıktı. Hicran hiç tereddüt etmeden döndü, çünkü hem her şeye rağmen babasının sokak serserilerine söyleyecek birkaç lafı vardı hem de aşk yoktu. Aşkın devreye soktuğu direniş ile aşk yokluğundan dolayı rüzgâra kapılma… Bütün yollar arzudan geçiyor; yolları açan da sonlandıran da arzudur. Filmi gerçekçi kılan, her gün orada burada karşımıza çıkan ilişkilerle iş görmesi değil, iş gördüğü ilişkilerin ardındaki ruhu görünür kılmasıdır.
Babanın gölgesine sığınmak
Arzunun izinden ayrılmayı hiçbir koşulda kabullenmeyen bir kadının dönüşü mağlubiyet olarak okunamaz. Hicran'ın kaçtığı yere geri dönmesi, kaçtığı şeye dönmesi anlamına gelmez. Olanı pişmanlığa ya da özre yoramayız. Kanlı-canlı babadan kaçıp anonim ve görünmez bir babaya, yani Babanın-Adına yakalanınca ardına bakmadan geri kaçması önemlidir. Fiziksel babaya bile kurulmuş bu büyük tuzağa düşmesi fazlasıyla ahmakça kaçardı? Ahmaklığı görenin ahmak olmaması beklenir.
Ne oradan tutunabilmek ne de buradan… Yazık ki işin doğası böyledir; arzuyu yaratan yasa arzuya rıza göstermez. Arzuyu doğuran da imkânsız kılan da aynı nedendir. Evet ama, hayata tutunmak için bütün yollar tükenmiş değildir. Baba kızını sarmıyorsa, kız babasının gölgesine sarılacaktır. Kendini bulmak için verdiği mücadelenin tutulduğu eril bombardımanın yıkıcılığını fark eder etmez, kendini kaybetmeme stratejisine döner. Büyük bir gururla yerin dibine girer; usulca sığınağına sokulur. Babanın ve Babanın-Adının ağırlığı yakasını bırakırsa bir harabeden bir cennet yaratacak yetenektedir. Ama işte!
Hicran öylesine zarif bir tavır sergiliyor ki, hayatı ağır bir yük haline getiren simgesel/toplumsal dünyanın gözünü kör ediyor. Yaşama sevinçle atılan herkesi büyük bir şevkle sıra dayağından geçirmek için envaiçeşit enstrümana sahip Büyük Ötekini -toplumu- düelloya davet ederek hakkını alacağına inanan kişi, işkenceden erdem çıkarmaya inanıyordur. Bakın bu genç kadın hiç gürültü çıkarmadan mücadele ediyor; saldırmıyor, yakınmıyor, suçlamıyor, ajite etmiyor. Kendi arzusunun kıymetini bilen, ötekinin arzusuna müdahale etmeme zarafetini de biliyordur. Kendi adına başlattığı serüvenin bedeline başkasını ortak etme çağrısının varacağı yer şiddetli bir bağnazlıktır. Dayatmadan kaçarken dayatmada bulunma tutarsızlığının yaratacağı yıkım telafi edilemezdir. Benzer çokluğa benzememeyi değersizlik belirtisine yormak felakettir. Ahlaki hassasiyet yaratma yoluyla başkasını yanına çekme çabası sadece kurnazlık değil, aynı zamanda koca bir kayıptır. Karşılaşmaların anlam zenginliğini, rengarenk bir deneyim dünyasının yarattığı kişiye özgü etkinin derinliğini bir çırpıda silip atmaya çalışmak doğru bir politika değildir.
Yenilmekten korkmak büyük atılımlara giden bütün yolları kapatır fakat aklı kaçık da olmamak gerekir. Özgürlük talebinden mağduriyet söylemine geçiş işten bile değildir. Başkaldıran özneden af dileyen düşküne varan bir serüven tam anlamıyla trajiktir. Kişiye düşen şey, olanakları bağlamında yapılabilir olanı yapmak, daha fazlasını yapabilmek için kan ter içinde kalmaktan korkmamaktır. Gerisi dünyanın akışına bağlıdır, hayat denilen serüvenin neler getireceğine… Ne yazık ki hiç kimse kendi hayatının efendisi, kendi keyfinin kahyası değildir; çünkü egemen söylemin buyurgan ses tonu hepimizin kulaklarını sağır edecek düzeydedir. Bu, simgesel/toplumsal mecranın anlam dünyasını birbirine bağlayan enstrümanların, birilerinin arzusuna hizmet etmediğine dair bir görüdür. İhtiraslarını yenemeyenin hayata renk katması mümkün değildir. Adalet getirecek politikanın yolu, galip geleceği ayan beyan ortada olan gücün karşısına çıkmaktan geçmez, kendi zayıflığını alt etme yoluyla güç toplayan kişinin ufuk zenginliğinden geçer. İktidar makamına oturan adaletsiz politika ile adalet talep eden etkisiz konum arasında sıkışıp kalmak…
Bütün bu erkekler ile Hicran'ın yapıp ettiklerine dair analizleri aşırı bir yoruma taşımak hayatı anlama çabamızı zedeler. Toplumsal ilişkilerimizi çekip çeviren kültürel kodlar herkesin ruhunu elden geçirir. Aynı kültürün kötü erkekler, iyi kadınlar yaratması mümkün değildir. Erkek ya da kadın hepimiz aynı girdabın içindeyiz. Bille August'un Şanslı Per adlı filmi, Hayat'ın, Danimarka'nın kültürel ortamında erkek bir karakterle çekilmiş muadilidir. Bu benzerlik, bir yandan sinemanın düşünsel gücünü gösterir, öte yandan varoluşun dizginlerinin simgesel/toplumsal dünyanın elinde olduğunu... Bu tür filmleri erkek eleştirisi, kadın güzellemesi beklentisiyle ya da kadına gününü gösteren, erkeğin krallığını daim kılan bir gözle seyretmek son derece yanlıştır. Film seyretmek kültürün akışını ve işleyişini temaşa etmektir, yönetmenden yardım alarak canımızı sıkan şeye gününü göstermek değil. Hicran simgesel/toplumsal dünyamızdaki lekedir. Onun güçlü bir kadın olduğu iddiası, "kadın güçlüdür" söylemine çıkmaz. Özcü bir perspektiften hayata bakmak önünde sonunda belalı bir cinsiyet -ama özellikle erkeklik- ideolojisine alan açar. Üstelik toplumsal ahlakın en nihayetinde canına okuyamayacağı hiç kimsenin bulunmadığı gerçeğini görmemize engel olur.
Hicran, kadın arzusunun yasanın açığını en kolay ve en erken yakalayan şey olduğunu kanıtlar. Bu genç kadının nazarında güç, simgesel bir kimliğe tutunmaktan ziyade, hayata kendi arzusunca dahil olmakta ısrar etmektir. Memleketin geri kalan kadınları, egemen ideolojiye sadakat göstermekten başka çarenin bulunduğunu akıllarından dahi geçirmiyorlar. Onlar, fallusa sahip erkeklerin gözetiminde fallus olmaya çalışıyorlar. Hicran, egemen ideolojiye hizmet ettiklerini ve tüketim nesnelerine sahip olma konusunda erkeklerle her konuda iş birliğine açık olduklarını bildiği için diğer kadınlara sadece bakar; şaşkın, öfkeli ve acıyarak…
Baba-koca ve aşkın gücü
Bu kadar yükün altında dahi bir yolunu bulup başkasını düşünmek; kendisini hiçe sayan babayı acıdan kurtarmak, zayıf ve düşkün anneyi intikamın elinden almak, kız kardeşin kaygılarına son vermek... Başkasının hayatına değer katma istemi erdemdir fakat kendini adamak toplumsal ahlakın oyununa gelmektir. Büyük bir cesaretle uzaklaştığı fedakârlık miti tekrar yolunu keser. Yaşını-başını almış, daha da önemlisi sevmediği Orhan'ın (Cem Davran) karısı olmayı kabul etme nedeni, başkasının zayıflığıdır. Böylece iktidardan düşürdüğü babasına başkası nezdinde iktidar armağan eder. Toplumun isteği gerçekleşir fakat onun arzusu ahlakın dibini boylar.
Kişi olmanın kendine özgü tarzına böylesine tutkun biri, sevmeden nereye kadar gidebilir? İnsanın bu hayatta en kolay anlayacağı şey sevilip sevilmediğidir. Hicran böyle bir kadın, Orhan da insan olduğuna göre her şey ortadadır. Ve bu adam bu sert açıklığın karşısında çırpınır durur. Evet, Orhan dile gelir fakat bu tutumu "konuşma" olarak görmemek gerekir. Konuşmak, en nihayetinde bir anlam iletme arzusu, bir karşılık alma talebidir. Kavramlar ve argümanlar arasında diyalektik bir ilişki kurma yoluyla teoriye alan açmaktır. Konuşan özne bir düşünceyi beyan, bir fikri ilan eder. Oysa Orhan'ın durumuna "söze tutulmak" demek daha doğru olur. Bu uzun sahne tavır sahnesidir; teoriyle ilgisi yoktur. Burada kavramlar ve argümanlarla yürümek, bir düşünceyi veya fikri beyan etmek söz konusu değildir. Burada çaresiz bir adamın ruhunun ortaya dökülüşü vardır. Bilgiliyim, deneyimliyim, gezginim, türkü söylerim, şiir okurum, felsefeden anlarım… İşte erkek! İşte ben! Velhasıl eğreti duran bir dizi varoluş haliyle varlığını kanıtlamaya çalışıyor.
Orhan, "gırtlağına kadar kendiyle dolu" adamlardan biri olarak filmin, "burası Türkiye burada herkes istediğine inanıyor" repliğiyle yakalandığı zaafı görünür kılar. Burada bir mantık hatası söz konusudur, çünkü inancın doğasına özgü olan şeyi Türkiye ile sınırlar. İnanç, nesnesini yaratan şeydir; inanmak, zaten isteği tasarlamaktır. Türkiye'ye özgü olanı, özne ile inanç arasındaki paradoksal ilişkide aramak daha doğru olabilir. Burada kimse kendine inanmadığı için herkes kendine sarsıcı bir hayranlık besler. Bundandır ki seküler ya da mistik hurafelerin ardı arkası kesilmez. Hurafe, insana ve doğaya inancını yitiren kişinin inancıdır. En büyük hurafe mi? Acı çekenin kendini putlaştırmasıdır. Put, paylaşmaz, sahiplenir; dönüştürmez, onay almak ister. Haliyle bariz bir biçimde tutarsızlığa yakalanır; kendini büyük gösterme yoluyla ötekinin kabulüne sunar. Kimseye hakkını teslim etmez, çünkü dünya değerlensin diye yapmaz, öteki onu yüceltsin diye yapar. Velhasıl ben büyüğüm söylemi hiç olduğunu kanıtlar.
Halbuki talep aşkı öldürür, halbuki aşkta ısrar sözcük israfıdır. Orhan'ın kılıktan kılığa girişine eşlik eden her söz, konuşmayı lağveder. Şimdi artık görünüyor fakat bir boşluk olarak. Bundan böyle sığınılacak bir baba bile değildir. Dedenin utancı, Mehmet'in karşıt kimliğidir. Dediğim dedik babadan, beni dergahına kabul et diye yalvaran kocaya… Hicran aşırılığın içinde boğulur.
Nereye giderse gitsin aynı auranın içinde soluk aldığını bilmek... Sinop, İstanbul, Tunceli ya da Kastamonu… İnsan dediğimiz mahsulün tohumu kültürdür. Bütün şehirlere aynı deneyim koşullarını taşıyan şey... Her yeri aynı ruh çekip çeviriyorsa, kaçmak, bir dairenin içinde bir köşe aramaktır. Bunu Orhan da biliyor Hicran da. Gelgelelim Orhan'ın bilinci Hicran'dan kaçmasını önerirken, bilinçdışı Hicran'ı kaçırmayı telkin ediyor. Başka bir yerde başka bir kadın, onu seven bir kadın olma ihtimaline sığınıyor. Saygı isteyen Orhan, erkeği, kadının "büyüğü" olarak gören toplumsal ideolojiye yakalanır. Halbuki saygı sevginin önüne geçerse, evlilik bilinçdışı bir ensest gibi işler. Hicran tam da duyduğu saygı gereği yanağına küçük bir öpücük kondurarak onu ihtimalsiz bırakır. Üstelik şefkati de babanın elinden alıp kızın hanesine yazar. Her şey tarumar olur. Bu güzel öpücük toplumsal ahlakımızı sarsar. Bu tavır, Lacan'ın "kadın yoktur" düşüncesini, kadının erkekten fazla olduğuna yoran Žižek'i doğrular.
Rüyalarda buluşmak ya da rüya sayesinde buluşmak
Hicran, durmadan kaçtığı ama bir şekilde yakalandığı fedakârlık ahlakını bir kez daha geride bırakır. Özgürlüğü, arzunun izinden ayrılmama olarak gören birini hiç kimse hiçbir yerde tutamaz. Ve fedakârlık, toplumsal ahlakın arzuya oynadığı oyundur. Ona düzülen övgünün anonimliği daha baştan kuşkulanmayı gerektiriyordu zaten. Hayatını başkasını sömürmek üzerine kuranların "değer" ilan ettiği fedakârlığa genelde kendi değerini toplumsal ahlakta arayanlar itaat eder. Karakterlerin yapıp-ettiği her şey arzunun kanunu gereğidir. Yaptıklarını kendi aşkları için yapıyorlar, başkası için yapmıyorlar. Aşkı, aşkın nesne nedeniyle karıştırmak büyük bir hata olur. Aşk uğruna yapılanların maşuk/maşuka uğruna yapıldığına yormak aşkı da arzunun doğasını da yanlış anlamaktır.
Bütün bu hengamenin içinde Rıza ile Hicran arasındaki mesafe gün geçtikçe kısalıyorsa, neden, ikisinin de arzuya odaklanmasıdır. Rıza diğer erkeklerin yolundan saptıkça, Hicran diyardan diyara kaçtıkça birbirlerine yaklaşırlar. Ne de olsa ikisi de hayata susamıştır. Paralel rüyaları bu iki gencin bilinçdışı buluşması olarak okumak mümkündür. Bilincin ötekilerle bağlarını kurarken, bilinçdışı onları birbirine yaklaştırır. Rüya ile sinema arasındaki paralellik, zaten rüyanın film, filmin rüya olduğunu gösterir. İkisi de bilinçdışına bakar, ikisi de fantastik görüntülerle işler. Öyleyse ister rüya ister sinematografik süreklilik, filmin sonu en nihayetinde aynı kapıya çıkacaktır.
Başkasının seçimi gereği değil, karşılaşmalar gereği buluşmak. Arzu, babaların çocukları için aldığı randevuları iptal eder, aşk kendi yatağında akar. Bırakın başkasının seçimi olmasını, aşk, aşığın bile seçimi değildir. Aşk zorunluluktur; âşık olmayız, aşka yakalanırız. Ve Hicran sonunda Rıza'ya yakalanır. Simgesel/toplumsal dünyanın arzuya açtığı savaşın bütün yıkımlarına maruz kalınca, arzunun kıymetini gören adamın çekim alanına girer. Bu, reddedilmiş şeyin kabul edilmesinden ziyade yeni bir karşılaşmanın vuku bulmasıdır. Reddedilen Rıza babanın seçimiydi, razı olunan Rıza hayatın armağanı… Ortada devasa bir değişim vardır. Yasa ile arzu arasındaki gerilim, yasanın emrettiği nesne ile arzunun nesnesi olarak tayin edilen şey arasındaki gerilimden daha önemlidir. Gönül, yasanın göze soktuğunu kendinden uzak tutar.
İtaatsizliğin telafisi yoktur; çünkü yasak olduğu için ihlal vardır. Öyleyse mutlu aşk da yoktur, mutlu son da… Film bitmedi, devam ediyor. Herkese bunca acıyı çektiren toplumsal fırtınanın şiddetini arttırması olasıdır. Hicran'ın rüyasının kabusa dönüşme ihtimali hayli yüksektir. Sözgelimi, ya Hicran annesine benzemeye başlarsa? Zira üçgen arzu döngüsündeki dolayımlayıcı eksikliği, olanları duygudan kuruma, aşktan aileye taşır. Sözgelimi, ya karnında taşıdığı bebek gelecekteki Türkiye'nin Bekir'i olursa? Zira yeni ailenin kültürel atmosferi Bekir'i doğuran atmosfere fena halde benziyor. En nihayetinde Uğur, Bekir ve Zagor'un başına o kan dondurucu felaketleri üç babanın kusursuz iş birliği getirmedi mi?
Zeki Demirkubuz, Türkiye'nin toplumsal mayasını filmin akışına hem zaman-mekân inşası hem de ilişkilerin tasarımı bağlamında bir mimar gibi işlemiş. Film, paralellikler eşliğinde dairesel hareketler yapar. Zaman geçer, devir döner, mekân değişir, özneler başkalaşır, ilişkiler dönüşür, bağlam kırılır, nesneler yenilenir fakat hayatın soluğu sabit kalır. Kamera, nesneleri ve yerleri bir zamandan bir zamana, bir mekândan bir mekâna hızla taşıyarak bu aynılığa atıf yapar. Demirkubuz sinemasında kurgu her zaman görüntünün önüne geçer. Bu, filmlerin duygusal etkisini artırır fakat sinematografik akışı -şiirselliği- zayıflatır.
Bir filmi değerlendirmek, yönetmenin aklının izini sürmek değildir; sinematografik ilişkileri simgesel ve estetik bir elekten geçirmektir. Zira sanat eserinin ufku daima sanatçının ufkundan daha geniştir. Her film, yönetmenin söylemek istediğinden daha farklı şeyler de söyler daha fazla şey de… Film, elbette bilişsel bir kurgudur fakat sadece bilincin eseri değildir. Yönetmenin bilinçdışı mutlaka bir açık bulup filme sızar. Bir yönetmenin kendi filmini eksik anlaması (okuması) gibi harika bir sürprize her zaman hazır olmak gerekir. Bu, Zeki Demirkubuz'un Hayat ile düşünsel bağına dair bir yargıdan ziyade, eleştirinin hareket alanının genişliğine vurgu yapmaktır.