Yalçın Doğan

02 Eylül 2016

“Senaryo neydi, biz neyi oynadık?”

Yaptığım üç haftalık tatil sırasında Türkiye’de yaşananlar, başka ülkelerde değil üç ay, üç yıl, herhalde on üç, on beş yıl içinde bile yaşanmıyor

Sahnede elli kişilik koro, kırk kişilik orkestra, yaklaşık bin beş yüz izleyici, büyük bir coşkuyla Nazım Hikmet Oratoryosu'nu izliyor.

Çok sesli müziğin baş yapıtlarından oratoryoyu besteleyen Fazıl Say piyanoda, Genco Erkal Nazım’dan şiirler okuyor.

Serenad Bağcan ile Arda Aktar solist, Fazıl Say’ın bestelediği Nazım’ın şiirlerinden oluşan şarkıları söylüyor. Bilkent Senfoni Orkestrası'nı şef İbrahim Yazıcı yönetiyor.

Bodrum’da muhteşem bir ziyafet. Bin beş yüz kişi büyülenmiş, nefesini tutmuş, ülkemize damgasını vuran sahnedeki sanatçıların konserini izliyor.

Burası Türkiye. 

Aynı gün Güneydoğu’dan on bir şehit haberi daha geliyor.

Burası da, Türkiye.

Konser başlamadan önce orada karşılaşan, birbirlerini tanıyan, tanımayan insanlar, birbirlerine aynı soruyu soruyor: “Türkiye nereye?” 

Soru devam ediyor: “Orası Türkiye ise, burası neresi? Burası Türkiye ise, orası neresi?”

Konseri sık sık alkışlarıyla kesen, konser bitiminde sanatçıları dakikalarca ayakta alkışlayanlar aynı noktada birleşiyor:  

“İkisi de, Türkiye. Ama, neden, neden neden?”

Konserden çıkarken büyü geride kalıyor, şölenin tadı herkesin damağında, koskoca acı gerçek, hepimizin suratına bir kez daha çarpıyor:

On bir şehit daha.

Bir Bodrum’da konserdeyim, bir Güneydoğu’da savaş alanında. Bir Nazım’ın şiirlerinde, bir top seslerinde. Bir Fazıl Say’ın piyanosunda, Genco Erkal’ın sesinde, bir makinalı tüfek taaruzunda.

Ben neredeyim? Biz neredeyiz?

Kamyondaki yazı

Aklıma aniden sekiz, on gün önce uzun yolda önüme düşen kamyon geliyor.

Kamyonların tamponları var. Hani bizi bazen gülümseten, bazen düşündüren yazılarla bezenmiş tamponlar, tampon yazıları işte.

Önümdeki kamyonun tamponunda şu yazıyor:

“Senaryo neydi, biz neyi oynadık?”

Fazıl Say’ın konserinden çıkarken, on bir şehiti düşünürken, aklıma aniden o tampon yazısı geliyor:

“Senaryo neydi? Biz neyi oynadık?”

Müthiş bilgece bir tespit, ucu açık. Bodrum’dan Güneydoğu’ya uzanan, özellikle şu son on dört yılı kapsayan, akla gelen gelmeyen her alanda yaşadığımız olaylarla bağlantılı, bağlantısız yüzlerce sorunun çok çarpıcı bir özeti:

“Senaryo neydi? Biz neyi oynadık?”

Kimler yazmış o senaryoyu, bizlerin tek tek birey ve toplum olarak rolü ne? Biliyor muyuz hangi rolün bize düştüğünü? Ve düşen rolü nasıl oynadığımızın farkında mıyız? O senaryoyu değiştirmeye tek tek birey ve toplum olarak gücümüz yetiyor mu? Rol paylaşımına etkimiz ne kadar?

Bu kadar kanlı ve acımasız yazılan senaryonun yönetmenini değiştirmeye gücümüz var mı?

Sahnede önemli rolleri üstlenen diğer aktörlerin saçmalıkları, densizlikleri bizlerin rolleri ile uyuşmadığı halde, neden hala bu senaryo?

 

Bu nasıl bir ülke?

 

Yaptığım üç haftalık tatil sırasında Türkiye’de yaşananlar, başka ülkelerde değil üç ay, üç yıl, herhalde on üç, on beş yıl içinde bile yaşanmıyor.

Her gün bir skandal, bir rezillik, bir saçmalık, bir yaptığını ertesi gün geri almak, sözüm ona en koyu dinci kesimlere selam olsun diye, yüz yıllık hastanelerin adını en tartışmalı isimle değiştirmek, milyonlarca insanın, onlarca ülkenin idolünü “katil” diye damgalama densizliğine kalkmak, gazeteci tutuklamak, fırsat bu fırsat, adalete ve emniyete türbanı getirmek ve terör, terör, terör.

Her şehidin arkasından aynı klasik sözlerle insanları avutmaya çabalamak.

Aniden İçişleri Bakanı'nı görevden almak.

Değil bir bakanın değişmesi, aslında bu iktidarın çoktan değişmesi gerek, ama mutlaka sandıkta, sandıkta, sandıkta.

Bunlar yetmiyor, Cerablus örneği, fiilen savaş, zorunlu olarak bataklığa sürüklenmek. “Senaryonun” bir parçası olarak.

 

Umutsuz ve bitkin

 

Üç haftada değişik yerlerde dolaşıyorum.

Hayatından memnun, yarınından umutlu, kendini güven içinde hisseden, refahtan payını yeterince almış insan sayısı parmakla gösterilecek kadar az.

Genellikle ve çok büyük oranda umutsuz, bitkin, kaygılı bir topluluk. Gülen bir kişiye, şaşkınlıkla bakan insanlar.

Denize girerken tedirgin, yemeğe otururken suratı asık, yolda yürürken güvensiz, çoktan unutulmuş eğlenceler.

Bu ülke ne zaman geri gelecek?

Doksan yıldır bizim her siyasi iktidar yönetiminde yaşadığımız ülkemiz?

O “medya” görevini ne zaman hatırlayacak?

“Senaryo neydi? Biz neyi oynadık?”

En acıklı soru.