Yalçın Doğan

19 Şubat 2019

Ruhunu kaybeden başkent

Eski ve benim bildiğim Ankara ile bugünkü Ankara arasında olağanüstü bir fark var, kötüye doğru, çirkinleşmeye doğru

Hava alanından kentin girişine doğru giderken…

Yok, “kentin girişi” diye bir yer artık yok, kent zaten hava alanıyla neredeyse bütünleşiyor.

Ama, ne bütünleşme!..

Bir zamanlar kente oksijen veren, geniş ağaçlık alanlar artık kayboluyor.  Kentin nefes almasına olanak sağlayan o ağaçlıklar, ormanlık bölgeler artık yok olmuş durumda.

Bir zamanlar sadece “Pursaklar’da” görülen, kentin yaklaşık on kilometre ötesindeki o yerleşim yeri şimdi kentin olağan uzantısı, uzak bir semti haline geliyor.

Şimdi her yer beton ve bina ve yerleşim yeri.

Üstelik, olağanüstü çirkin bir yapılaşma…

Binalardaki  yeşil ve sarı renkli sıvalar, birbiri içine girmiş binaları daha da çirkin gösteriyor.

Yeşilse, böyle solgun bir yeşil az bulunur.

Sarıysa, böyle çürük bir sarı az bulunur.

Böyle zevksizlik az bulunur.

Ankara… Ankara…

Burası Ankara… Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti…

Hava alanından kente girerken, sağlı sollu o çirkin binaların yanı sıra, “sözde dinsel ağırlıklı sembollerle süslenmiş” duvarlar ya da hiç gereği yokken, garip bir tünel, yine çirkin mi çirkin… İlkel bir tünel…

“Sanat”?.. Hangi sanat?... Sanat burada çok lüks, ağıza almak bile sanata saygısızlık.

Sanki baştan savma kondurulmuş duvarlar…

İlle de, “dinsel çağırışım yaratacak” semboller…

Pursaklar sonrasında Aydınlık Evler, Ulus, Sıhhiye ve Kızılay…

Burası sanki artık Anadolu’nun ücra bir köşesinde kalmış, bakımsız kasaba gibi.

Soğuk, uzak, albenisini yitirmiş, karmaşık yapıların anlamsızlaştırdığı bir başkent…

Hele de, Sıhhiye’den Kızılay’a giderken, ana yolu ikiye bölen ortadaki sözüm ona “o çiçekler ve beton yığını yamuk havuzlar” tam rezalet.

Çiçekleri besleyecek su boruları kabak gibi ortada…  Borular çiçek niyetine dikilmiş  “çalıları” kenara itmiş,  “çalılar” ya solmuş ya kırılmış ya da artık iyice  yok olmuş, toprak altına gömülmüş olması gereken elektrik kabloları tehlike yaratacak ölçüde görüntü kirliliğine yol açıyor.  O kadar bakımsız.

Burası başkentin göbeği.

Yıllar yılı Ankara’ya ruh veren ünlü Kızılay binası yerine dikilen yeni bina tam bir ucube.

Kızılay sonrası ise, geri kalmış kabile ülkelerindeki yolların kesişmesi gibi.

Yağmur yağdığında suları biriktiren, hatta sulara batmış arabaları kurtarmak için dalgıçların yardıma koştuğu alt geçitler…

Ruhsuz, benzerlerini Doğu ülkelerinde çokça gördüğüm “tipik bir Orta Doğu başkenti” burası.

Benim bildiğim Ankara

Ben Ankara’da toplam on yedi yıl yaşadım. 70’lerden 90’lara kadar.

90’larda ve 2000’lerin ilk on beş yılında hemen her hafta Ankara’ya geldim.

O yıllarda kentin merkezine gelmek için genellikle çevre yolunu izledim.

Belki sekiz, dokuz yıl sonra ilk kez çevre yolunu kullanmadan, Pursaklar – Aydınlık Evler yolundan geçerek kentin merkezine doğru yol aldım geçen hafta.

Bir “kabusu” yaşıyorum şu anda. Tam bir “şok.”

Nerede benim o güzelim başkentim?.. O sıcak, o ruhuyla insanı sarmalayan, “sen şimdi senin başkentindesin” dedirten o Ankara nerede?..

O Ankara şimdi ruhunu yitirmiş bir başkente dönüşmüş bulunuyor.

İnsan içinde yaşayınca, fark edemeyebiliyor ama uzun süre görmeyince, daha iyi  gözlemleyebiliyor.

AKP’nin armağanı

“Eski ve benim bildiğim Ankara ile bugünkü Ankara arasında olağanüstü bir fark var, kötüye doğru, çirkinleşmeye doğru.”

Bu fark nasıl ortaya çıkıyor?

“AKP’li belediye yönetiminden”…

1994 yılından başlayarak bugüne kadar Ankara hep ya Refah Partisi ya da AKP’den belediye başkanı seçilen Melih Gökçek tarafından yönetiliyor. Gökçek geçen yıl Erdoğan tarafından görevinden istifa zorunda bırakılıyor ve ayrılıyor.

Yirmi beş yıl… Yirmi beş yılda Ankara bu hale geliyor.

Benim gibi, eski halini bilenler için Ankara bugün çirkin, sevimsiz ve ruhunu kaybetmiş bir başkent.

Yok, buraya mutlaka yeni bir belediye anlayışının gelmesi şart. Ankara’nın AKP’den geri alınması şart.

Yoksa, her şeyin olduğu gibi, başkentin de elden çıkmasına ramak kalmış.