Yalçın Doğan

21 Aralık 2016

Bataklıktan cinayete

Geldiğimiz yer burası!

-“Zalim Esad, Katil Putin,”

-“Halep İçin Ayaktayız,”

-“Müslüman Uyuma, Kardeşine Sahip Çık,”

-“İnsanlığın Gereği Kurtarmaktır Halep’i.”

Çok değil, on gün önce İstanbul’da bu sloganların atıldığı protesto yürüyüşü var. İki ayrı yerde. Tünel’de Rus Konsolosluğu önünde, Cağaloğlu’nda İran Konsolosluğu önünde.

Yürüyüş ve ardından mitingin nedeni, Rusya ve Şii milislerin desteği ile Halep’te sivil halka karşı girişilen katliamı protesto etmek. Rusya ve İran protesto ediliyor.

Yıllardır sabah kalkıyoruz Suriye, akşam yatıyoruz Suriye, böyle diye diye “Orta Doğu bataklığının” içinde buluyoruz kendimizi.

Rusya Suriye’ye müdahale ediyor, İran’la birlikte, biz de bir başka yönünden, sonunda bu dış politik tutum halka yansıyor. “Halep katliamı” ve kentin yıkılması İstanbul sokaklarında protestolara yol açıyor.

Çok değil, bu protestolar on gün önce yaşanıyor.

Vazgeçilmez kural

Onuncu gün Rusya’nın Ankara Büyükelçisi öldürülüyor. Hem de, bir polis tarafından.

O protestolar ve “Katil Putin” sloganlarından sonra Rus Büyükelçisinin ve bütün Rus diplomatlarının aileleriyle birlikte çok sıkı korunmaları gerekmiyor mu?

Ortalığa bir laf çıkıyor:

“Büyükelçi koruma istememiş.”

İstesin ya da istemesin, sen buz gibi korumak zorundasın. Hele de, o yürüyüş ve orada atılan sloganlardan sonra. Kaldı ki, korumak zaten görevin.

O yürüyüşü dikkate almak ve ardından Büyükelçi'yi korumak için Dışişleri harekete geçmek ve emniyeti uyarmak zorundadır.

Uyardı, uyarmadı, bilmiyorum, ama Büyükelçinin isteğinden bağımsız, onu korumaya almak zorunda.

Onun ve Türkiye’de görev yapan bütün diplomatların canı ve malı sana emanet.

Onları korumak ülkeler arasındaki ilişkinin temel gereği. Vazgeçilmez kuralı.

1973 BM Sözleşmesi

Adı biraz uzun ancak, tam günümüzde hatırlaması gerek bir sözleşme:

“Diplomatlar Dahil Olmak Üzere Uluslararası Korunan Kişilere Karşı Suçların Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi.”

Bu sözleşmeyi Birleşmiş Milletler Aralık 1973’te kabul ediyor, Türkiye aynı sözleşmeyi 21 Ocak 1981’de, yani 12 Eylül askeri yönetim döneminde bir yasa ile kabul ediyor ve sözleşmeye taraf oluyor.

Adından da belli, bu uluslararası sözleşme başka ülkelerde görev yapan diplomatları korumaya dönük. Sadece bu değil, aynı zamanda başka ülkeleri ziyarette ya da kısa süreli görev nedeniyle başka ülkelere gidenleri korumayla ilgili. Korumanın dışında, o diplomatlar, hatta devlet ve hükümet başkanları ziyaret sırasında suç işlemişse, taraf devletler arasında ceza usullerini belirleyen ilkeleri de içeren bir sözleşme.

Özünde diplomatları korumanın kurallarını kapsıyor.

Koruma o kadar önemli görülüyor ki, Birleşmiş Milletler bu kuralları bir sözleşmeye bağlıyor. Türkiye de, bunun taraflarından biri.

Kısaca, “koruyacaksın kardeşim, senin görevin korumak” diyor.

Rus heyetin gelişi 

Haberlere bakıyorum, cinayet sonrasında Türk ve Rus taraflar öyle anlayış içinde ki, “ortak soruşturma komisyonu kurulması” için görüş birliğine varıyorlar.

Bunun görüş birliği ile alakası filan yok, belirttiğim sözleşmenin 10. maddesinde yazılı.

Sözleşme, Madde 10:

“Taraf devletler 2. maddede belirtilen suçlara ilişkin birbirlerine en geniş ölçüde yardımda bulunacaktır.”

Atıf yapılan 2. madde şöyle:

“Uluslararası korumaya sahip kişilerin şahıslarına ya da hürriyetlerine karşı bir cinayet, kaçırma veya bir saldırı halinde...”

“Uluslararası korumaya sahip kişiler,” yani diplomatlardan söz ediyor. İki ülke anlaşmış olsun ya da olmasın, Birleşmiş Milletler kuralı, işbirliğini zorunlu kılıyor.

Evet doğru, Büyükelçi'nin öldürülmesi karşısında Türkiye ile Rusya ortak dil kullanıyor, ama Rus heyetinin gelmesi, işbirliği ve cinayetin aydınlatılması için soruşturmada iki ülkenin birbirine yardımı BM Sözleşmesi çerçevesinde yürütülüyor.

"Aman ha, sakın Orta Doğu"

Protesto yürüyüşleri, atılan “Katil Putin” sloganları aslında Rus Büyükelçisi'nin öldürülmesine yönelik ayak sesleri.

Ama asıl, neden Orta Doğu bataklığı.

PKK derken, IŞİD derken, Suriye derken Türkiye kendisini Orta Doğu bataklığında buluyor.  Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel resmi dış politikası olarak en çok sakındığı, en çok dikkat etttiği bir bataklığa giriyor.

1991’de Körfez Savaşı sırasında bir ara yine bataklığın kenarında dolaşıyor, “bir koyup üç almak” masalıyla, neyse ki, sonra ayaklar yere basıyor.

Yüzlerce tarih kitabı ve makalesi var, gelmiş geçmiş önemli siyaset adamlarımızın, önemli görevlerde bulunmuş diplomatlarımızın, tecrübeyle sabit anıları var, “aman ha, sakın Orta Doğu” diye uyarılarla dolu.

Ne var ki, bunu dinleyen yok. “Şam’da Emevi Camiinde namaz kılacağız” safsatasıyla ünlü eski Dışişleri Bakanı ve Başbakanın dış politikası bizi bu bataklığa sokuyor.

O bataklık uluslararası arenada bizi yalnız bıraktığı gibi, şimdi bir de yabancı büyükelçiler cinayete kurban gidiyor.

Katilin polis olması, cinayet sırasında attığı sloganlar ise, tabloyu daha da vahim kılıyor.

Şu son on gün içinde yaşadığımız terör eylemlerine bakın, İstanbul Beşiktaş’ta 44 şehit, Kayseri’de 14 şehit, arada Fırat Kalkanı Harekatında yitirdiğimiz askerler ve şimdi de Rus Büyükelçisi cinayeti.

Geldiğimiz yer burası.