Vefa Tarhan

10 Haziran 2014

Ekonomiyi etkileyen kırılganlık: Şirketlerin kur riski

Türk şirketlerinin döviz kredilerini ödemekte zorlanmalarının yabancı bankaların problemi olduğu görüşü gerçekleri yansıtmıyor:

Mali kaldıraç: Kamu sektörü

2008’de dünya ülkelerinin kamu borcunun GSYH’ya ortalaması (KBO) yüzde 66 iken, 2013 sonunda bu oran yüzde 82’ye yükselmişti. Bu artıştan gelişmiş ülke KBO oran ortalamasının aynı dönemde yüzde 82’den yüzde 109’a tırmanmış olması sorumluydu. 2008’de yüzde 34 olan gelişen ülke KBO ortalamasını IMF 2013  sonu itibariyle yüzde 35 olarak tahmin etmekteydi. Gelişen ülkelerin Bütçe Açık oranları (BAO) da gelişmiş ülkelerden düşük olur. Bu konuda vurgulanması gereken sayılı noktalar var. Ben sadece üçünü ifade etmekle yetineceğim:

1. Çok övünülen Türkiye’nin “düşük KBO’su” ve “düşük BAO’su” sadece Türkiye’ye özgü olan bir durum değil; aynı durum ortalama bir gelişen ülke için de geçerli.

2. Bu dizinin üçüncü yazısında linkini verdiğim yazımda da vurguladığım gibi, bir ülkenin kredi riskinin göstergesi o ülkenin borç ve bütçe oranlarından çok, bütçe gelirinin ne derecede borç servisi masraflarını karşılamaya yeterli olduğudur. Gelişen ülkelerin düşük KBO ve BAO’larına rağmen, gelişmişlere kıyasla çok daha yüksek faiz ödemeleri, bu ülkelerin bütçe gelirlerinin faiz masraflarını karşılama oranlarının düşük olmasında kaynaklanır.

Vergiler konulu ek noktalar

Bu konuda şu veri de önemli: Ocak-Nisan döneminde Türkiye’de tahakkuk eden yaklaşık 180.6 milyar lira düzeyindeki vergi gelirinin sadece 110.9 milyar lirası, yani yüzde 61.4’ü tahsil edilebilmiş. Maliye Bakanı Şimşek, yılın ilk 4 ayı için bunun normal olduğunu, son 4 yılda yıl sonu ortalama tahsilat oranının yüzde 84.8 olduğunu söyledi. Ancak, bence, bir ülkenin tahakkuk eden vergilerin sadece yüzde 85’ini tahsil edilebilmesi bir başarı ölçüsü olamaz. Ayrıca, başta Maliye bakanı olmak üzere ekonomik yöneticiler vergi konusunda bir de “kronik vergi affı” ilan etmenin fayda yerine zarar yarattığının farkına varmalı. Halkın ‘nasıl olsa vergi affı olacağı’ düşüncesi, vergilerin zamanında ödenmemesini teşvik eder. Üstelik, Türkiye’de zaman-zaman “vergi affına” da af gelir (son ödeme süresi uzatılır). Bu durum, affa tabi olan vergilerin tahsilat oranlarının bile düşük olması sonucunu yaratıyor.

3. Kamu sektörünün iç borç stoğu 2013 sonu itibariyle 403.007 milyar TL, bu cari fiyatlarla 2013 sonunda 1,561.310 milyar TL olan GSYH’nin yüzde 25.8’ini temsil ediyor. Ancak kamu sektörünün 115.975 milyar dolarlık dış borcu da var. Tabii döviz değerlerindeki artış başlı başına ülkenin KBO’sunu yükseltir. Nitekim, bu rakamı 2013 sonunda 2.1485 olan dolar değerinden TL’ye çevirdiğimizde, 249.172 milyar TL olduğu bulunuyor. Yani, 2013 sonu toplam kamu borcunun 652,179 milyar TL olduğu ortaya çıkıyor. Bu ise 2013 GSYH’nin yüzde 41.8’i oluyor. 2013 sonu gelişen ülke KBO ortalaması yüzde 35 olarak tahmin edildiğine göre, bu oran ülkenin KBO’sunun sanıldığı kadar düşük olmadığını gösteriyor.

Sonuç olarak: mali kaldıracın, bireysel, şirket ve kamu kesimlerinin tümünde yüksek olması durumu, ekonomi için yüksek boyutlu bir kırılganlık kaynağını temsil etmekte.

7. Şirketlerin kur riski

Türk şirketlerinin yüksek mali kaldıracı olduğunu dizinin bir önceki yazısında tartışmıştık. Bu durum şirketlerin sadece kredi ve öz sermaye risklerini artırmakla kalmıyor; şirketler önemli boyutta döviz kredisi kullandıklarından, bir de kur riskleri oluyor. Nitekim, TCMB verileri sadece reel sektör şirketlerinin (bankaların döviz pozisyonu hariç) 2013 sonunda net döviz pozisyon açığının 174.1 milyar doları bulduğunu (GSYH’nin yüzde 21’i), gösteriyor. Reel kesim şirketlerinin döviz açığı 2002 sonunda sadece 6.5 milyar dolardı.  2012 sonunda 139.5 milyar dolar olan net döviz açığının 2013 sonunda 174.1 milyar olması, döviz açığının bir yılda yüzde 24.8 artmış olduğu anlamına gelmiyor.

Türk şirketleri net yükümlülüklerini döviz olarak (dolar olduğunu farz edelim) ödemek zorundalar. 2012 sonundaki 139.5 milyar dolarlık açıkları bu yılın sonu için geçerli olan 1.7855 dolar kurundan 249.1 milyar TL’ye tekabül ederken, 2013 sonu kur 2.1485 olduğu için 174.1 milyar dolarlık net döviz açığı 374.1 milyar TL’ye tekabül ediyor. Sonuç olarak, şirketlerin döviz yükümlülükleri gerçekte bir yılda yüzde 24.8 yerine yüzde 50.2 artmış olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Döviz değerlerindeki artış şirket bilançolarında yarattığı hasara ek olarak, gelir tablolarında da zarar yaratır (ana para ve faiz harcamaları TL olarak artmış oluyor). Döviz değerlerindeki artışın her iki finansal tabloda da yarattığı hasar nedeniyle şirketlerin bu borçları ödemekte ne derecede zorlanacaklarının tüm boyutunu henüz görmüş değiliz.

Şirketlerin döviz borçlarını ödeme güçlükleri Türk bankacılık sektörünü etkiler mi?

Yaygın olarak inanılmasına rağmen, Türk şirketlerinin döviz kredilerini ödemekte zorlanmalarının yabancı bankaların problemi olduğu görüşü gerçekleri yansıtmıyor: 1. Her şeyden önce 2013 sonu itibari ile Türk bankacılık sektörünün toplam kredilerinin yüzde 28.2’si döviz kredisi idi. Bu kredilerin herhalde neredeyse tümü yabancı şirketler yerine Türk şirketlerine verilmiştir. Dolayısıyla, döviz değerlerindeki artışın Türk bankalarını etkilemeyeceği yanlış bir görüşü yansıtıyor. 2. Bir Türk şirketi döviz kredisini yabancı bir bankadan sağlamış olsa bile, aynı şirketin büyük bir ihtimalle Türk bankalarına TL cinsli borcu da vardır. Yabancı bankaya olan döviz kredisini ödemekte zorlanacak olan bu şirketin, aynı zamanda, Türk bankasına olan TL cinsli kredisini de ödemekte güçlük çekeceği şüphesiz.

8. Düşük olan ve düşmeye devam eden tasarruf oranı

Türkiye’nin tasarruf oranı son 15 senede G-20 ülkeleri arasında en büyük düşüşü kaydetti. 1990’larda yüzde 25 civarında olan bu oran, 2013’de sadece yüzde 12-13 civarında. Tasarruf oranın düşük olması dış finansman ihtiyacını artırarak, ekonominin sermaye akımlarında yaşanan olumsuz gelişmelere karşı yüksek dereceli kırılganlık riski yaratıyor.

9. Büyümenin kalitesi

Ülkede belki de en çok övünç duyulan makroekonomik veri, ekonominin yüksek büyüme hızı olmuştur. Ancak, büyüme hızından daha önemli olan husus büyümenin kalitesidir.

Kaliteli büyümenin özellikleri

Büyümede arzu edilen özellikler, büyümeyi kaliteli yapan unsurlar, şu nitelikleri içerir: 1. Büyümenin cari açık yaratan iç talep kaynaklı olması yerine, ihracata yönelik ve dengeli olması arzu edilir. 2. İç talebin lokomotifinde tüketim yerine yatırımların önemli rolü olması istenir. 3. Yatırımların (ve tüketimin) kamu yerine özel kesim ağırlıklı olması çekici bulunur. Son 11 yılın büyüme tecrübesi hiç bir zaman yukardaki 1. maddeyi kapsayamadı. Tam tersine, geçmişte büyüme hızı ile cari açık arasında direkt bir ilişki oldu; örneğin, büyüme hızının yüzde -4.8 olduğu 2009’da cari açık 12.1 milyar dolar iken, büyümenin yüzde 8.8 olduğu ve ‘dünyanın ikinci büyüyen ekonomisi’ olarak kutlandığı 2011’in cari açığı 75.1 milyar dolar olarak rekor kırdı. Bu rakam Türkiye’yi 2011’de dünyanın en yüksek cari açık oranı olan, seviye olarak ise, ikinci yüksek cari açığı olan ülkesi yaptı.

2010 – 2013 büyüme performansı ve büyümenin alt kalemleri

2010-2013 dönemi büyümesinin kalitesini belirlemek için alt kalemlerine baktığımızda, zaman içinde gittikçe artan önemli dereceli olumsuz gelişmeler yaşanmakta olduğunu görüyoruz. 2010’un yüzde 9.2’lik büyüme hızı şu şekilde gerçekleşti: Tüketimin, bu yüzde 9.2’lik büyümeye katkısı yüzde 4.9 (özel kesim tüketimi yüzde 4.7, kamu tüketimi yüzde 0.2), yatırımların katkısı yüzde 6.1 (yüzde 5.4’i özel kesim, yüzde 0.7’si kamu sektörü yatırımları), stoklardaki değişim yüzde 2.5, net ihracatın (ihracat -  ithalat) katkısı ise eksi yüzde 4.4 oldu. Bu rakamlar toplandığında yuvarlak olarak, büyüme hızı yüzde 9.2 oluyor (4.9 + 6.1 + 2.5 - 4.4 = 9.2). 2011’in yüzde 8.8’lik büyüme hızı benzeri alt kalemleri içerdi (en önemli olumsuz gelişme yatırımların katkısının yüzde 6.1’den yüzde 4.3’e düşmesiydi).

2012 ve 2013 büyüme hızı ile ilgili gelişmeler

2012’de büyüme hızı, yüzde 2.1, 2013’de ise, yüzde 4 olarak gerçekleşti. Ancak bu iki yılda da önemli olumsuz gelişmelere şahit olduk: 2012’de yatırımların katkısı eksi yüzde 0.7 idi, daha da önemli olarak, özel sektör yatırımları büyüme hızına eksi yüzde 1.1 katkı yaptı. Yani, hükümet kamu yatırımlarını artırarak, büyüme imal etmiş oldu. Kamu yatırımları 2010 büyümesinin yüzde 7.6’sından sorumlu iken, bu yatırımlar, 2012 büyüme hızının yüzde 19’undan, 2013 büyüme hızının ise yüzde 15’inden sorumluydu. Bunun ötesinde, özel sektör yatırımları 6 çeyrek üst-üste büyümeye eksi katkıda bulundu (2012’nin tüm 4 çeyreğinde ve 2013’ün ilk 2 çeyreğinde). 2012’nin tüm 4 çeyreğinde özel tüketimin büyümeye katkısı eksi oldu. Kamu tüketim ve yatırımları artırılarak, düşük de olsa büyümenin artı olması sağlandı. Örneğin, 2012’nin 3. çeyreğindeki yüzde 1.5 büyüme hızının üçte biri, aynı yılın 4. çeyreğindeki 1.3’lük büyüme hızının yüzde 1’i kamu tüketiminden geldi (yani, büyüme hızının yüzde 77’si). Kamu yatırım ve tüketim toplamı, 2012 büyüme hızının yüzde 48’inden, 2013 büyüme hızının ise yüzde 38’inden sorumluydu. Yani, yukarda listesi verilen kaliteli büyüme niteliklerinde son 2 yılda önemli dereceli bozulmalar yaşandı. Kamu yatırım ve tüketimlerinin büyüme hızında son yıllarda gittikçe artan rolü tabii ki ilerde bütçe açığı ve kamu borç oranlarında olumsuz sonuçlar yaratacak nitelikte.            

Sonuç olarak, büyümenin, cari açık yaratıcı niteliğinin yarattığı kronik kırılganlığa (yabancı medya cari açık için ‘Türkiye’nin aşil topuğu’ terimini kullanıyor), son yıllarda büyümenin gittikçe kamu sektörünü kullanarak ‘imal edilmeye çalışılması’, büyümenin kalitesi boyutlu yeni kırılganlıklar ortaya çıkardı.

Bu noktada ekonominin kırılganlıklar listesinin sonunun olmadığını düşünüyorsunuz. Ancak, ekonomide iki kırılganlık kaynağı daha var. Bu konular ekonomi için çok önemli olduğu için kalan 2 yazının her biri sadece geri kalan iki konunun birisine odaklanacak.

Bir sonraki yazının konusu: Bankacılık sektöründeki son gelişmeler

Bir sonraki yazım (dizinin 6. bölümü), “Bankacılık sistemimiz çok sağlam” ezberinin son 1-2 yılda, bu sektörle ilgili yaşanan olumsuz bazı gelişmelerin ışığında hala geçerli olup olmadığının analizini yapacak. 2001 krizi sonrası yapılan düzenlemelerle, Türk bankacılık sektörünün sermaye ve karlılık oranları açısından çok kuvvetli bir duruma geldiği inkâr edilemez. Nitekim, son 11 yılda ekonomik büyüme yerine bir daralmanın yaşandığı tek yıl olan 2009’da bile (büyüme hızı eksi yüzde 4.8 idi), bankacılık sektörü etkilenmedi. Krizin, ekonomiyi olmasa bile bankacılık sektörünü “teğet geçmiş olmasını” hükümet kendi başarısı olduğunu ilan eden bir ‘halkla ilişkiler kampanyası (propagandası)’ yürütmesine rağmen, bu konudaki başarının tohumlarının 2001 krizi sonrası sayın Derviş’in gerçekleştirdiği finansal sektör reformları tarafından dikilmiş olduğu şüphesiz.

Ancak, döviz değerlerindeki artış, kredilerin yüksek bir hızla büyümüş olması, ve diğer çeşitli nedenlerle, son 1-2 yılda bankacılık sektöründe sermaye ve kârlılık oranlarında önemli erozyonlar ve diğer olumsuz koşullar yaşanmaya başladı. Bir sonraki yazımı (dizinin 6. yazısı) sadece bu konunun detaylı analizine ayıracağım.

Kırılganlık dizisinin son yazısı: Ekonomide ‘konut balonu’ koşulları var mı?

Bu konunun hem bankacılık sektörü hem de ekonominin tümü için çok yüksek dereceli bir önemi olduğu için, ‘Konut balonu var mı?’ sorusunun çok dikkatli olarak ve detaylı bir analizle incelenmesi gerekiyor. Bu dizinin son yazısında bunu yapmaya çalışacağım.