Son günlerde üç önemli veri açıklandı. Bunlardan birincisi 2013, 2. çeyrek (ve 2013’ün ilk yarısı) büyüme hızı, ikincisi Temmuz 2013 (dolayısıyla, aynı zamanda yılın ilk 7 ayının) cari açığı hakkında. Diğeri ise Ağustos (ve yılın ilk 8 ayı) bütçe açığı hakkında. Bu yazıda büyümeyle ilgili son verileri hem büyümenin hızı hem de kalitesi boyutlu olarak değerlendireceğim. Yıllardır, büyümenin hızının, büyümenin kalitesi göz önüne alınmadan “önemli bir başarı” olarak görülmesinin yanlış olduğunu belirtmeme rağmen, ekonomik kurmaylar büyümenin hızına odaklanmaya ve gerçekleşen yüksek büyüme hızıyla övünmeye devam etmekteydiler.
Ancak, son günlerde ekonomik yöneticiler ‘büyümenin kalitesi’ konusunu gündem maddesi yapmaya başladılar. Örneğin, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, 18 Eylül’de büyüme rakamından daha önemli olan faktörün kalitesinin olduğundan bahseden bir konuşma yaptı. Ancak, kalite konusunda vurguladığı kalemlerdeki görüşlere katılmakla birlikte, konuşmasının kalite ilgili kalemlerin tümünü içermediğini düşünüyorum.
Bir sonraki yazımda cari ve bütçe açığı konusundaki son verileri değerlendireceğim. Ayrıca, üç yazı öncesi (http://t24.com.tr/yazi/son-veriler-ekonomi-nasil-bu-duruma-dustu-ve-simdi-ne-olacak/7345 ) değindiğim ekonominin cari ve bütçe konulu ikiz açık yaşama olasalığı konusundaki düşüncelerimi de açıklayacağım. Ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcısı, yukarda bahsettiğim konuşmasından bir gün sonra bu konudan da bahsetmişti.
Gelişen ülkelerin geçmişteki başarısı
Türkiye ekonomisinin son büyüme verilerini incelemeden önce, yakın geçmişteki olumlu küresel konjontürün, sadece Türkiye için değil, genel olarak gelişen ülkelerin tümünde büyüme ve diğer makro değişkenler boyutlu olarak başarılı bir dönem yaratmış olduğundan bahsetmek istiyorum. Ayrıca, nasıl 2003-2008 ve 2010-2011 dönemlerinde gelişen ülkelerin ortak noktası sergiledikleri ekonomik başarı ise, 2011 sonrası dönemde ortaya çıkan güçlükler de, sadece Türkiye’ye özgü olmak yerine neredeyse tüm gelişen ülkelerin yaşamakta oldukları koşulları temsil etmekte. Yine ortak olan bir husus, bu ülkelerin olumlu şartların hakim olduğu ekonomik ortamda nispeten ‘kolay olan’ yapısal reformları yapmakla yetinmeleri. Son yıllarda yaşanan güçlüklerin ortaya çıkması, benim görüşümce, bu ülkelerin ilk dönemdeki başarılı ortamın verdiği rehavet nedeniyle, daha ‘zor olan’ temel yapısal reformları gerçekleştirmemiş olmalarından kaynaklanıyor.
Başarının temel nedenleri
Küreselleşmenin yan etkisi olarak ürün boyutlu faydalar, 1980’lerde başlayan teknolojik inovasyonların yarattığı randıman artışları, yine küreselleşme sayesinde gerçekleşen, finansman boyutlu olarak ‘sıcak para’ ve diğer sermaye akışlarıyla birleştiği bir ortamın oluşması, gelişen ülkelerin hızlı olarak büyümelerini ve bu büyümeyi finanse edebilmelerini mümkün kıldı. Ayrıca, para birimlerinde yaşadıkları değer artışları, hem bu ülke halklarının satın alma gücünü yükseltti, hem de enflasyon ve faizleri tolerans edilebilecek seviyelerde tuttu. Türkiye, Brezilya, Endonozya gibi ülkelerde orta sınıflar birden bire, lüks mallar ithal edebilecek bir seviyeye ulaştılar. Bu durum bu ülkelerin ekonomik yöneticilerde kibir, yatırımcılarda ise kayıtsızlık duygularını körükledi. Böyle bir ortamda yapılan yapısal reformlar, İngilizce’den tercüme edersek “düşük dallardaki meyveleri toplanmasını” temsil etti. Yani, yapılan reformlar daha çok kozmetik yönlü, yan etkileri olumsuz olmayan, ama aynı zamanda içerikten yoksun olan nitelikteydi.
Başarıların başarısızlıklara dönüşmesi
Ancak, zaman içinde zaten faydaları yüksek olmayan bu reformların marjinal getirisi azalmaya başladı. İnsan sermayesini önemli derecede artıracak eğitim seviyesini yükseltmeyi, vergi sistemindeki çarpıklıkları düzeltmeyi, işsizliğe çözüm bulmayı, Türkiye’ye özgü olarak ayrıca, hukuki alt-yapıyı sağlamlaştırmayı, kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almayı, düşük tasarruf oranını artırmayı, ve cılız sermaye piyasaları geliştirmeyi gibi kronik sorunları çözmek hedefli ve ‘zor olan’ yapısal reformlar yapılmadı. Bunun ötesinde, ortaya çıkan çığ gibi büyüyen cari açık, sürdürülemeyecek büyüme hızı, özel kesimin döviz borcu, ve ‘sıcak paranın’ cılız sermaye piyasasındaki hakimiyeti gibi çözümleri yine zor olan yeni problemlere hitap eden çözüm arayışları aramak yerine, bu yeni problemler de göz ardı edildi.
Bu reformların yapılmaması ve küreselleşmenin enflasyon ve diğer makro değişkenler üzerindeki olumlu etkilerinin küçülmeye başlaması, gelişen ülkelere gelen sermaye akışlarını tersine çevirdi. Sonuç olarak, bu ülkelerin para birimleri değer kaybetmeye başladı, ve oluşmaya başlayan stagflasyon koşulları hem bu ülke halklarının hem de küresel yatırımcıların paniğe kapılmalarını tetikleyerek bu günlerin belirsizliklerle dolu olan güç ortamını yarattı.
Ekonominin 2013 ilk yarısındaki büyüme performansı ve cari açığa etkisi
İki hafta kadar önce 2013, 2. çeyreğinde ekonominin yüzde 3.5 civarında olacağı tahmin edilen büyüme hızının yüzde 4.4 olarak gerçekleştiği açıklandı. Söz konusu büyüme hızı, ilk yarıdaki büyüme hızının yüzde 3.7 olmuş olduğu anlamına geliyor. Bu haberi bazı gazeteler “Dört dörtlük büyüme” ve benzeri başlıklarla duyurdular. Ancak, yüzde 4.4’lük büyüme karnesinin detayları incelendiğinde, verinin sanıldığı kadar olumlu olmadığı ortaya çıkıyor.
Her şeyden önce, nihai tüketim yüzde 5.6, inşaat sektörü yüzde 7.6 büyüdü. Üstelik nihai tüketim kamu sektörü ağırlıklı olarak gerçekleşti: Hanehalkı tüketimi yüzde 5.3 artarken, kamu sektöründeki tüketim artışı yüzde 7.4 idi. Büyümede iç talebin önemli olmasına karşılık, ithalatın yüzde 11.7 büyüyüp, ihracatın sadece yüzde 1.2 artmış olması, dış ticaretin büyümeye net katkısını yüzde eksi 3.1 yaparak, Türkiyenin büyümesinin dengesiz, ve cari açık yaratıcı nitelikli olması durumunun devam etmekte olduğunu gösterdi.
Nitekim, birinci çeyreğin cari açık oranı (Cari açık/GSYH) yüzde 8.16 iken bu oran 2. çeyrekte 1.24 puan aratarak yüzde 9.4 seviyesine ulaştı. Bu demek oluyor ki, söz konusu oran yılın ilk 6 ayında yüzde 8.8 olarak gerçekleşti. Peki, bu oran yüksek mi? Şu veriler yüzde 8.8’in çok tehlikeli bir oran olduğunu gösteriyor: The Economist dergisinin takip ettiği 57 ülke arasında son 12 ayda (Haziran 2012-Haziran 2013), en yüksek cari oranı olan ülke yüzde ile Güney Afrika, ikinci yüksek oranlı ülke ise %6.8 ile Türkiye idi. 2013’ün ilk yarısındaki trend ikinci yarıda da devam ederse, 2011’de yüzde 10.3 cari açık oranıyla dünyanın en yüksek cari açık oranlı ülkesi olan Türkiyenin, bu başarısızlığı 2013’de de tekrarlama ihtimali yüksek seviyede olacak.
Ayrıca, eğer, bazılarının ifade ettiği gibi ekonomide bir konut balonunun oluşmakta olduğu doğruysa, inşaat sektörünün yüzde 7.6 büyümüş olması olumlu bir veri olarak değerlendirilemez. Nitekim Financial Times 10 Eylül tarihli sayısındaki bir yazıda, GlobalSource Partners’da görevli olan bir kaynağın “Türkiye’de satış bekleyen konut sayısının takriben 1 milyon civarında” olduğu tahminine yer verdi.
İkinci çeyrek büyümesiyle ilgili ek endişeler
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi özel sektör yatırımlarının daralmaya devam etmesi olumsuz bir gelişmeyi temsil ediyor. Özel kesim yatırımlarının yılın ilk çeyreğinde yüzde 7.26, ikinci çeyrekte ise yüzde 2.04 küçülmüş olması bu yatırımların kesintisiz olarak 6 çeyrektir azalmaya devam ettiğini gösteriyor. Özel sektör yatırımlarının büyümenin lokomotifi olması arzu edildiği için bu veriyi olumlu olarak yorumlamak mümkün olmuyor. Ayrıca, bu durum iç talebin büyümeye devam ettiği bir ortamda, tüketim artışını karşılayacak yeterli yatırım yapılmamasının, ilerdeki dönemlerde ithalatın büyümesi kanalıyla cari açığı artıracağını da ima ediyor.
Özel kesim yatırımlarının yüzde 4.4’lük büyümeye katkısı binde eksi 5 iken, kamu yatırımlarının büyümeye katkısının yüzde 1.4 olarak gerçekleşmiş olması da olumsuz bir gösterge oluyor. Ayrıca, söz konusu ikinci çeyrek büyüme hızının yüzde 2.3’ü stoklardaki artistan kaynaklandı. Tabii, eğer stoklardaki artış ihracatta yaşanan bir durgunluk sonucu olarak ortaya çıkmışsa, bu veri de olumlu olarak yorumlanamaz.
Büyümenin niteliği konusunun özeti
Özet olarak, konuya sadece büyüme hızı açısından, yani niceliksel olarak bakılırsa, yüzde 4.4 büyüme hızı ilk bakışta olumlu görünmesine rağmen, büyüme rakamının detayları incelendiğinde, ve konu yukarda tartışılan ‘büyümenin niteliği’ ile ilgili faktörler açısından değerlendirildiğinde (aşağıda büyümeyle ilgili ek niteliksel unsurlardan bahsedeceğim), beklentileri aşan 2. çeyrek büyüme hızının önemli olumsuz gelişmeleri saklamakta olduğu ortaya çıkıyor: Kamu yatırım ve nihai telep artışları büyümeye önemli dereceli katkılar yaparken, özel sektör yatırımlarındaki küçülme, stok artışlarının büyümede önemli bir rol oynaması, büyümenin dengesiz olmaya devam etmesi (iç talep kaynaklı olması, dış talebin katkısının eksi olması), tüketimin bile hanehalkı yerine devlet tüketimi ağırlıklı olması, büyümenin düşük kaliteli olduğunu gösteriyor.
Büyümenin niteliğine ilgi gösterilmeye başlanması sevindirici bir gelişme
Bilindiği gibi, geçmişte ekonomik yöneticiler büyüme hızının yüksek olmasıyla iftihar eder ve büyümenin düşük kaliteli olması konusunda endişe duymazlardı (cari fazla yerine cari açık yaratan büyüme, ve iç talep ağırlıklı yani, dengesiz olan bir büyüme). Ayrıca, büyümenin maliyetinin cari açık olduğunu ve geçmiş dönem büyüme performansının kümülatif sonucu olarak ortaya çıkan dış finansman ihtiyacının da gittikçe düşük kaliteli (kısa vadeli) kaynaklarla karşılanmakta olduğunu göz ardı ederlerdi.
Bu nedenlerle uzun zamandır dile getirmekte olduğum büyümenin niteliği konusunun nihayet ekonomik yöneticiler tarafından vurgulanmaya başlanmasını çok olumlu ve önemli bir gelişme olarak görüyorum. Yukarda bahsettiğim konuşmasında, Sn. Babacan büyümenin niteliğinin önemli olduğundan bahsetti. Bu konuda bilhassa büyümenin ‘finansal sürdürülebirliğine’ değindi.
Bu başlık altında Türkiye’nin büyüme tablosunun arzu edilen özelliklerinin şunları içermesi gerektiğini söyledi: 1.Tüketime değil de yatırımlara bağlı bir büyüme. 2. Kamu yatırımları yerine özel sektör yatırımları ağırlıklı büyüme. 3. İç talebe değil de ihracata odaklanan büyüme.
Finansal sürdürülebilirlik düşünceleri
Bu konuda altını çizmek istediğim iki nokta var: 1. Türkiye yukardaki üç konunun hepsinde geçmişte sınıfta kalmaya devam ettiğine göre, neden 11 yıldır büyümenin niteliği boyutlu tedbirler alınmadı? 2. Büyümenin yüksek hızı ile övünmek yerine, niçin büyümenin cari açık yaratan, yani ihracat boyutlu olmayan, iç talep kaynaklı olan (dolaylı olarak ithalat kaynaklı olan) büyüme niteliğinin olması eleştiri konusu olmuyordu? Bence, hala ihracat konusuna yeteri derinlikte bakılmıyor. Hangi alanlarda mukayeseli avantajımız olduğu sorgulanıp bu alanlara odaklanmak yerine, ülkenin kaynakları prestij artırıcı olduğu düşünülen ancak mukayeseli avantajımızın olmadığı ürünlere yönlendiriliyor. İsviçre’de bir saat fabrikasını gezip, “kafayı bir Türk saat markası olmasına takmanın”, “yerli otomobil için bir ‘babayiğit’ aramanın” finans biliminin yatırım kararları konusunda bir rolü olamaz.
Bu konular arasında bence en önemli olmasına rağmen, hala gündemde olmayanı şu: Bir ülke kronik olarak cari açık vermekteyse, ek olarak bir de ithalatın/ihracatı karşılama oranı büyüme hızıyla orantılı olarak bozuluyorsa, belki de bu durum o ülkenin doğru (yani, mukayeseli avantajı olan) ürünleri ihraç etmediğini gösteriyor. Buna rağmen, niçin bu konunun 11 yıldır gündeme gelmemiş olmasını anlayabilmiş değilim. Mukayeseli avantajımız olan ürünler konusundaki düşüncelerimi bildiğiniz için bunları tekrarlamamın anlamı olmaz.
Daha 15 ay önce, cari açık probleminin çözümü için ihracata odaklanacak bir program yerine, ithalat ikamesini temsil eden, ve cari açığa kalıcı olacak olumlu bir etkisi olması mümkün olmayan (geçici bir etkisinin olacağı bile şüpheli olan) bir teşvik paketi yürürlüğe kondu. Üstelik, bu teşvik paketinin ülkenin kaynaklarının çar-çur edilmesini temsil ettiği malesef hala kabul edilip karşılaştırılmalı avantajımız olan ürünlerin ihracatını destekleyecek bir program haline getirilmiyor.
Cari açığın finasmanının niteliği de önemli
Söz konusu beyanat ayrıca büyümenin yarattığı cari açığın finansmanın kalitesi konusuna da değinmiyor. Kısa vadeli ve ürkek bir kaynağı temsil eden potföy yatırımlarına gittikçe bağımlı hale gelmenin tehlikesini dış medya ve benim gibiler kırık plâk gibi tekrarlarken, neden geçmişte sanki söz konusu kaynakların düşük kaliteli olduğu bilinmiyormuş gibi davranıldi? Neden, bu gün bile tasarrufları artırıcı, sermaye piyasalarını geliştirici öneriler gündeme getirilmiyor? Niçin doğrudan yatırımlar konusunda istatiki oyunlar oynamak yerine bu yatırımları çekecek gereken hukuki alt-yapı oluşturulmuyor?
Kişi başına milli gelir
Büyüme konusunda son olarak, ekonomik mantığı yanlış olmasına rağmen, ekonomiden sorumlu yöneticilerin ve Başbakanın kişi başına milli gelirin (KBMG), yıllarca dolar cinsinden 10 yılda 3 kat artmış olduğu edebiyatını kullanmalarına değinmek istiyorum. Bu verilerin gerçekleri yansıtmadığı, ve söz konusu ‘başarının’ TL’nin 2003’de başlayıp 2011 yılının ilk 6 ayına kadar süren dönemde aşırı değerli olmasından kaynaklandığını yeterinden fazla tekrarladım.
Yanlış olmasına rağmen, KBMG’nin 2008-2012 döneminde dolar olarak ne kadar artmış oladuğuna baktım. Bu rakam 2008’de 10,438 dolar iken, 2012’de 10,497 dolar seviyesine ulaşmış. Yani söz konusu 4 yılda toplam olarak %0.56’lik bir artış göstermiş (senelik bileşik artış binde 14 oluyor). Tabii ki, bu bulgunun ışığında, KBMG’nin son 4 yıl süresindeki performamsından bahsedilmemesi sürpriz olmuyor.