Vedat Özdan

24 Ağustos 2013

Mısır, 'Kimseye Etmem Şikâyet’in hikâyesi ve bir aşk duası...

İlk dört kıtada göl metaforuyla kendi yeşil gözlerini anlattığını fark eden hocası Rıza Tevfik Bey, talebesi İhsan Raif Hanım’ın dörtlüklerini heyecanla tahlile koyulur:

İlk dört kıtada göl metaforuyla kendi yeşil gözlerini anlattığını fark eden hocası Rıza Tevfik Bey, talebesi İhsan Raif Hanım’ın dörtlüklerini heyecanla tahlile koyulur:

“Tebrik ediyorum İhsancığım. Hiç fiil kullanmadan, şiirin kanatlarını yere değirmeden, sıfatların, isimlerin, ince ilmekleriyle ördüğün, rengârenk çiçeklerle süslediğin bahçe, bağ-ı irem sanki. Hülyalar içinde, güzellik kaynağı, niyazlarla secdeye varmış, şiirler okunan bir göl. Göl, sevmenin verdiği heyecanla daima kararsız, cilveli, yerinde duramaz, çalkalanır. Zambaktan mor salkıma, leylaktan sümbüle hepsi, sevdalı, zinde, üryan ve bazen perişan yıkanır o gölde. Zevkin meyiyle sarhoş olup bazen yorgun ve durgunken, elemin rüzgârları esince, isyanla taşan elmas parçaları gibi gözyaşları, nermin-yumuşak sazlarında, yani kirpiklerinde yeisle titrer, sahillere, yani gül yanaklara süzülür. Fırtınadan geriye hummalı, kızarmış hasta gözpınarları kalır.”

Hoca nefeslenir, sıra şiirin beşinci kıtasına gelmiştir:

“Gözlerin münevver, aydınlık, ayaydın belki, yıldızlı, nakışlı gökyüzü. Zulmetâkardır: Bazen karanlık olur, çatılan kaşın altındaki gözden korkmayan var mıdır? Lütüfkrâdır: Bize hayat veren yağmurun indiği, ümitle ellerin açıldığı cihet. Bir göz kırpış bin dertten kurtarır aşığı. Tahripkârdır: Oradan gelecek müsibetlerden, dertlerden emin değiliz. Aşığı harap eden bakışlar oradadır. Suskundur bazen,susması bile bin mana saklar. Süzen gözden çekinmek lazım, ümit de verir, ümitleri bitirir de. Gamlı bulutlarında ne yazık ki bazen, kederler içinde bir sevdalı Venüs, Çobanyıldızı ağlar. Venüs, Tarık yıldızı, güneşten sonra en parlak yıldız olduğu için yaşlar dolmuş göz de, gökyüzünde gözbebeğini temsil eder.”

Bir daha nefeslenir ve devam eder:

“Gözlerin derin, billur, sırça bir mabet. Büyülü, cezbedici, çağıran, suskun. Işıl ışıl yanan yeşil kandilleri, gülen yeşil gözler tezatlar içinde kararsız, vefasız, vaatkâr, vuslata, sevgiye davet eder, ümit verir, başlar onun için ibadet eder gibi sessizce öne eğilir, ona adeta kul olunur...”

İkisinin de gözleri parlar.

Vezin kusursuz, kafiye yerli yerinde, dil taze ve ihsas ettirici. Bu şiir işte, bu da şair” diyen hocası Rıza Tevfik Bey tarafından kutlanan bir şairdir İhsan Raif Hanım.

 

Beş Hececiler'in öncüsü İhsan Raif Hanım

 

Ahmet Haşim’in “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım” diyerek hakkını teslim ettiği, Beş Hececiler’in öncüsüdür İhsan Raif Hanım.

Bestesi (nihavend) Kemani Serkis Efendi’ye ait ve Müzeyyen Senarı’ın sesinden dinlemeye doyamadığımız “Kimseye etmem şikâyet” adlı o muhteşem şarkının söz yazarıdır kendileri.

İhsan Raif Hanım, babasının valilik görevi münasebetiyle bulunduğu Beyrut’ta dünyaya geldi. Ergenlik çağına kadar Adana’da, Toros dağlarının eteklerinde yaşadı. 12 yaşında yine babasının görevi dolayısıyla İstanbul’a taşındı. Ve, “O günler başka bir semâ altında, tomurcuk güllerin açtığı, uçarı gönüllerin coştuğu hayal ülkesiydi” diye hüzünle andığı; “şiirin, musikinin, sanatın beslendiği edebiyat mekânı” olarak tasvir ettiği Nişantaşı’ndaki Taş Konak günleri başladı (Aşk-ı Memnu’nun yazarı Halit Ziya Uşaklıgil eniştesidir).

İşte o Taş Konak’taki hayal dünyasında bir gün, kardeşi Belkıs’la beşinci kattaki çocuk odasında oynarlarken, odanın kapısı hışımla itiliverdi birden. Hayatında hiç görmediği ve tanımadığı bir adam girmişti içeriye. Belli ki niyeti kötüydü. İhsan’ı kaçırmak için gelmişti. Teşebbüs etti, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla, geldiği gibi koşar adım indi merdivenlerden ve gözden kayboldu.

Kimdi bu adam? Nereden çıkmıştı? Konağa nasıl girebilmişti? Ondan ne istiyordu?

Bu sorulara sonradan cevaplar buldu İhsan Raif Hanım.

Meğerse, reji memuru Mehmet Ali’ymiş davetsiz misafir. Mısırlı Arap bacıları kandırarak dalmış konağa. Ve, “karalar çalarak”  küçük İhsan’ı evlenmeye mecbur etmekmiş maksadı!

Bu basit gibi görünen hadise, küçük İhsan’ın hayatında beklenmedik değişikliklere ve büyük ızdıraplara yol açtı. Baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyüttü. Kapıyı açmak dışında hiçbir teması olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, hadiseden küçük İhsan'ı sorumlu tuttu.

Kendisinden habersiz, karşılığı olan bir ilişkiden cesaret alınarak girişlen bu “haneye tecavüz” nedeniyle aile adına sürülen lekenin bir şekilde temizlenmesi gerekirdi.

Sonrasını İhsan Hanım'dan dinleyelim:

“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et...”

 

13 yaşında evlilik, 14 yaşında annelik

 

Ama İhsan Hanım’ın yakarışları kabul görmez ve reji memuru Mehmet Ali’yle evlenmek zorunda kalır. İstanbul’da yaşamalarına da izin verilmez. Genç çift, beklenmeyen ve hayal edilmeyen bir izdivaç sonrası, 1890 yılında İzmir’e taşınır.

İhsan Hanım henüz 13 yaşında, genç damat Mehmet Ali ise 24 yaşındadır.  Gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Hanım, dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Her kadın gibi o da evlenirken saadet senfonisi bestelemeyi hayal eder, ama sonuç değişmez:

“Evliliğimizin üçüncü ayında gittiğimiz Doktor Levi , ‘Müjde, bebeğiniz geliyor.’ dediğinde hem sevindim, hem üzüldüm. Bir ağladım, bir güldüm. Ne olurdu Rabbim bu müjdeyi Taş Konak’ta, ailemin arasında alsam, bu sevinci orada yaşasam, anneme babama torun haberini ellerini öperek versem! Yetim gibi, öksüz gibi çaresizdim işte... Eşimden görmediğim sevgi ve destek ümitlerimi kırsa da hayata direnme gücümü artırıyordu diyebilirim. 1 Temmuz 1891 günü oğlum Ahmet Hikmet’i kucağıma aldım. On dört yaşında anne oldum. Mehmet Ali oğlumuzun doğumuna çok sevindi. Hayatımızın meyvesine bakışı, sevinci, onun cevherindeki iyiliği gösteriyordu aslında. Fakat iyice anladım ki, Mehmet Ali elinde olmadan içkinin, nefsinin esiriydi. Her ne olursa olsun içki düşkünlüğünün  ve kayıtsız yaşayışının, işe gidiyorum deyip birkaç gün eve uğramayışının, hayatımızın tadını, yuvamızın saadetini yok ettiği bir hakikatti. İzdivacın asude cenettini harlı cehannem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi. ‘Seni kevser suyuna götürür, bir yudum içirmem’ dediğini nasıl unuturum! Kadehlerde içip dağıtacağına bana bir yudum aşkını verse, dünyanın dönüşü, hayatın akışı değişirdi...”

Derken İhsan Hanım, eşi Mehmet Ali’nin İstanbul’da da Aspasya adlı bir eşi bulunduğunu, bu eşinden de bir çocuğunun olduğunu, çocuğun babasız büyümemesi için kadının tekrar onu İstanbul’a çağırdığını ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmek istediğini öğrenir.

“Bir eşin varken, neden benim günahıma girdin? Neden onüç yaşındaki talebe çocuğun hayallerini yıktın? Korkmaz mısın mazlumun inkisarından” diye yakınır, ama yutkunur.

Evlilikleri devam eder. Cismen İzmir'de ruhen İstanbul'da bir hayat yaşar. Bir çocukları daha olur.

Sonra, “Babam belki de, Mehmet Ali’nin ilk eşiyle olan münasebetini kesmek için, bizi zaruri gurbete, İzmir’e göndermiştir” diyerek teselli bulur. Ama gerçeğin böyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemez.

İhsan Hanım:

“Bir babanın evladının kötülüğünü isteyeceğine asla inanmadım. Yüreğimi alev gibi yakmaya başlayan Aspasya meselesini zihnimden uzaklaştırmaya çalışarak hayatıma tutunmaya, sanatın vicdanında huzur bulmaya çalışıyordum. O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu.”

İşte bu ruh halinin eseridir aşağıdaki muhteşem dizeler:

“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime,

Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime,

Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime,

Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime.”

Evet, melâli anlayan ve bizim de pek bir âşinâ olduğumuz değerli T24 okuru, şimdi nefeslenme sırası bizde.

Soru şu: Peki İhsan Hanım’a göre bu olayları başına getiren şey neydi? Yani kendisi tamamen masumken ve konağa içeriden yardım almaksızın girmek mümkün değilken, yetişkin bir erkeğin konağın en mahrem odalarına kadar, elini kolunu sallaya sallaya girmesi nasıl mümkün olmuştu? Yardım edenlerin derdi neydi?

İhsan Hanım’dan dinleyelim:

“Kalfaların hasetliğinin temelinde kadim bir adetin yol açtığı çekememezlik duygusunun yattığını hain sırdaşım Gülru Cariyenin anlattıklarından çıkardım: Mısır taşrasından olan Arap kalfalar İstanbul’a geldikten sonra İstanbul kadınlarının sünnet edilmediğini, o kâbusu yaşamadıklarını hayretle görmüşler; Mısır kadınlarının başına gelen bu gayri tabii halin onları diğer hemcinslerine karşı kıskandırdığını, ruh hallerini bozduğunu, ekseri evlenemeyip mesut olamamalarını buna bağladıklarını, evlenenlere karşı derin bir haset beslediklerini ima etmişti... Kalfalarımızın gülen yüzlerinin derinlerinde, meğer çocuk ruhlarına vurulan bir darbenin yarattığı menfi duygular ağının, belki kin ve acılar yumağının çöreklendiğini sonradan fark ettim. Onüç yaşındaki bir çocuğun istikbalini karartan tuzağa ancak böyle talihsiz ruhlar destek olabilir.”

Evet hikâye böyle. 

Burada yazılanlar, yazının başında tahlili verilen şiir ve daha fazlası, Mehmet Öklü’nün, Doğan Kitap’tan çıkan “Kimseye Etmem Şikayet; İhsan Raif Hanım’ın Hayatı” adlı kitabında var.

Doğrusu okurken ve yazarken ben güzel vakit geçirdim. Pazar günü için tavsiye ederim.

Yazımızın uzun olduğu malum. Ancak hazır gündemimizde Mısır varken ve konunun bir ucu Mısır’a uzanıyorken meseleyi bir aşk duasıyla bitirelim ki, varsa kırık kalpler ümit ve şifa bulsun:

Bu sözcüğü (sevgi) neye söyle

Bu sözcüğü kuşa, ağaca, insanlara, bütün dünyaya söyle

Aşk hata değil nimettir

***

Allah sevgidir, iyilik sevgidir, nur sevgidir.

***

Ey Allah’ım,

İlk görüşmemizdeki selama tatlılık bahşet

Etrafında mumlar dizilmiş ilk buluşmamızı sevince dönüştür

Zaman ise üzerimize huzur sererek geçip gitsin

***

Ey Allah’ım

Bize ne ayrılığın acı kadehiyle sulanmış bir ömür,

Ne de nerde olduğumuzu bilmeyen, bize uğramayan bir sevgi,

Ne de sevinç dışında yakılmış mumların olduğu bir gece nasip eyle!

***

Amin diyelim ve duamızın kaynağını ifşa edelim.

Süleyman Sezer’in çevirdiği, Arapça sözleri şair Mursi Cemil Aziz’e, bestesi Beliğ Hamdi’ye ait olan Alf Leila, bir Ümmü Gülsüm şarkısıdır. Yukarıdaki kısmına aşk duası dediğimiz dizeler, şarkının sadece bir kısmıdır. Şarkının sözlerinin tam çevirisini http://www.ummugulsum.com/sarkilarindan-ceviriler adresinde bulabilirsiniz.

Malum, Arapça şarkıların taksimleri uzun olur. Bunu bilerek Alf Leila’yı, benim yaptığım gibi bir bardak bol buzlu rakı eşliğinde, aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=eSdYI6GJu-c

vozdan@hotmail.com