Vedat Özdan

13 Ekim 2012

Melce-i Üdebâ, Tarihi İskele Kitapçısı, Büyükada

Büyükada’da iskele girişinde hemen sağda köşede beş adım eninde, üç adım boyunda, küçük bir kitabevi vardır.

 

Büyükada’da iskele girişinde hemen sağda köşede beş adım eninde, üç adım boyunda, küçük bir kitabevi vardır. Ön tarafındaki gölgelikte “İksidas Kitabevi, Since 1917” yazar.

Aşağıdaki satırları, İstanbul’a dönmekle adada bir gün daha kalmak arasında kararsız kaldığım bir sonbahar günü sabahında;

Akşamdan kalma zakkum ağaçlarının altından, yaklaşan mevsimin soğuğunu, yiyecek verecek ve başını okşayacak insan kıtlığını henüz tecrübe etmemiş; ama güne serçe cıvıtlıları ve seher güneşiyle başlamış, mutlu ve enerjik, yavru sokak kedilerinin oyunlarını izleyerek indiğim çarşıda;

Belki ilgimi çekecek bir kitap bulur ve bir gün daha kalırım umuduyla girdiğim;

Bulduğum ve aksanından merak ederek nereli olduğunu sorduğum, güleryüzlü ve iyi kalpli hemşehrimin tatlı bir heyecanla beni de davet ettiği...

Ve kendi elleriyle yaptığı köpüklü sabah kahvesini, üzerinde büyük bir zevkle içtiğim o küçük masanın kenarındaki sandalyeye oturmuş...

Orta yaşlı, hafif kilolu ve yorgun görünen bir kadınla, kitabevinin yeni sahibi olduğunu öğrendiğim Micail Paşa’nın ayakta çekilmiş fotoğrafının arkasında gördüm:

Sayın Beyefendi,

Eşime ve şahsıma çok kibar ve dostane yaklaştınız. Bir turist olarak çok memnun oldum. Biz de sizlerle burada misafirimiz olarak şeref duymak isteriz. Çayınıza ve keklerinize teşekkürler.

Yaşasın insanlık. 

Yaşasın barış.

Yaşasın güzel yürekli insanlık ve insanlar

Saygılarımla,

Helmut Strunz

Meisenheim                                                                                                                                           

Çektiği fotoğrafı zarfa koymadan bir kartpostal gibi göndermiş olan Helmut Strunz, fotoğraftaki, benim de üzerinde kahve içtiğim masanın kenarında oturan Ankara kökenli kadının Alman eşiymiş.

Adını hatırlayamadığını tahmin ettiğim Micail’in nazik davetine, biraz da Helmut Strunz’un isteğiyle icabet ederek oturmuş ve anlaşılıyor ki, o kısacık zaman diliminde yaşananlar bu duygu yüklü satırlara vesile olmuş.

O satırlar ki, Gotik kilisesi, mimarisi ve şehir dokusuyla adeta Romantic Road’un Orta Çağ’dan kalma küçük şehirlerinden farksız  Meisenheim’den, şu adresle ulaşmış İksidas Kitabevi’ne:

“Türkei, Istanbul Büyükadada sahilde kitapçı dükkanı olan beyefendiye vermenizi rica ederim.”

İksidas Kitabevi, 1917 yılında Nikolaki İksidas tarafından başta eczane olarak kurulmuş. Altı ay sonra da kitabevine dönüşmüş.

Küçük olduğundan mı, yoksa uzunca bir süre adanın tek kitapçısı olmasından mı bilinmez, yıllarca isimsiz kalmış. O gün bugündür, hacmen küçük bu mekân, Büyükada’yı seven yazarlar için gönlü geniş bir sığınak olmuş.

Bay Nikolaki her zaman çok temiz ve şık giyinen gerçek bir İstanbul beyefendisiymiş. O küçük mekâna takım elbise giymeden ve kravat takmadan geldiği vaki değilmiş. 1966 yılında vefat edince, kitabevini 1992 yılına kadar oğlu Hrisafi İksidas yönetmiş. Daha sonraki yıllarda yönetimi kızı  Vasiliki İksidas almış ve nihayet 2011 yılında Bay Micail Paşa’ya devretmiş.

Uzunca bir süre isimsiz yaşayan kitabevinin hikâyesini şöyle anlatıyor Micail Paşa:

“Burası her zaman adanın uğrak yeridir. Bir zamanlar emanetçisiydi. Sonra santralı oldu. Adanın 026 numaralı telefonu buraya aitti. Şimdi de telefon numaramızın son üç rakamı 026’dır. O zamanlar herkeste telefon olmadığı için insanlar zorda kalınca gelip buradan telefon ederlerdi. Dışarıda jetonlu telefon yok. Para da almak ayıp. Tabii uzun konuşmalar da olurdu ara sıra. Hrisafi’nın bir kardeşi vardı, Yorgo diye.Lafı uzatan oldu mu hemen aşağıya yaptırdığı mandala ayağıyla basar ve telefonu keserdi. Sonra da gülümseyerek 'Ya Büyükada’da telefonlar hep böyle kesiliyor' derdi. Herkes anlardı ne olduğunu.

Eskiden buraya insanlar çok değerli eşyalarını, parasını, ziynetini emanet ederdi. Raflarda kutular, poşetler durur, kimse içinde ne olduğunu dahi merak etmezdi. Bir zamanlar bu dükkândan 20 - 25 kadar çocuk ekmek yerdi. O zamanlar yabancı gazeteler ve dergiler gelirdi ve çocuklar evlere bu dergileri ve gazeteleri götürürlerdi. Üç - beş kuruş da harçlık alırlardı.

Adada herkesin çok güzel hatıraları vardır burasıyla ilgili. O nedenle biz burayı hiç başka tür bir dükkâna dönüştürmeyi düşünmedik. Bize, komşu esnaf geliyor ve 'Siz enayisiniz. Burayı kitapçı yerine başka şeyler yapsanız para basarsınız' diyor. Para her şey demek değil. Burası bize tarihiyle ve anılarıyla birlikte emanet edildi.”

Micail Paşa, Hatay’ın Altınözü ilçesinin, eski adı Cunta, yeni adı Tokaçlı köyünden. Altınözü’nün Saraylı Mahallesi ve birkaç köyü Ortodoks Hristiyandır. Yaz aylarında dünyanın binbir yerinden memleketi ziyarete gelenlerle Ortodoks Hristiyan nüfus beş bine kadar çıkar.

Aklıma Cunta takılıyor. 1980 darbesini düşünüyor ve bir alakası olabilir mi diye soruyorum.

Micail Paşa:

“Bizim  aile köken olarak Ayvalık tarafından. Cunta, sanırım Cunda adasından geliyor. Ama benim nüfus cüzdanında Yonta yazıyor.”

Gülümsüyor Micail Paşa.

Sohbetimiz devam ederken sık sık telefon geliyor ve birileri uğruyor kitabevine. Telefonu “Kalimera” diyerek açıyor. Kimileriyle Rumca konuşuyor, kimileriyle Arapça, kimileriyle yöresel aksanlı Türkçe’siyle. Gelenler de Kalimera (Rumca, günaydın) diyor. Ayrılırken “hayırlı günler” demeleri çekiyor dikkatimi.

Kızı Eleni ve oğlu Engin’den bahsederken bir başka gülümsüyor Micail:

“Ben”, diyor, “Hayata Amik Ovası’nda pamuk işçiliğiyle başladım. Onları yetiştirmek için her türlü işi yaptım. Her zaman çocuklarıma ‘Aslınızı unutmayın, bir gün kuru ekmek ve soğana muhtaç olsanız bile Tanrı'ya şükredin. Onu da bulamayan var, derim.”

O gün, adalı bir Ortodoksun vefat ettiğini öğreniyorum. Saat ikide cenazesi varmış. Biraz da telaş ondanmış.

Mevtanın yoksul eşi görünüyor kapıdan ve yaptıkları için Micail’e şükran, hüzün ve yaş dolu gözlerle bakarak “Yaptıklarını biliyorum. Allah senden razı olsun...” diyor.

Aya Dimitri’de papaz yardımcısıymış Micail Paşa. “Zengine yardım eden çok olur. Fakire yardım etmek lazım” diyor.

Ada caddelerindeki at pisliğinden duyduğum rahatsızlıktan bahsediyorum bir ara. Devam ediyor:

"Bir zamanlar (1970’lerin başı diye hatırlıyor) bu iskelede Polis Hilmi dururdu. Kılığını kıyafetini beğenmediği insanları aynı vapurla geri gönderiridi. Ada çok nezihti. Yine bir zamanlar Turgay Zileli diye bir kaymakam vardı. İlk onun zamanında, pislik yerlere dökülmesin diye atların arkasına torba bağlandı. O zamanlar utanma vardı. Pislik dışarıya mı döküldü, hemen inip süpürge ve faraşla toplarlardı. Ada hiç böyle pis kokmazdı o zamanlar."

Aklıma rahmetli babamın fötr şapkalı, rugan ayakabılı ve takım elbiseli siyah - beyaz fotoğrafları geliyor. Elimde duran yeni aldığım kitaba bakıyorum bir süre. Raflardaki kitaplara takılıyor gözlerim.

Kitap soran, harita almak isteyen, plajın yolunu merak eden değişik milletlerden tür tür insana mükemmel Arapçası, Rumcası, birkaç kelimeden oluşan İngilizcesiyle ve olanca kibar ve dostane ses tonuyla yardım ediyor Micail. Sonra bana dönüyor. “Buraya sık sık başka ülkelerden birileri gelir ve isim sorarlar. Sabah da Atina’dan birisi uğradı ve birisini sordu. Öğlen saat ikide cenaze var. Gel orada tanıştırayım dedim” diyor ve gülümsüyor.

Zaman zaman artan müşteri trafiğiyle kesilen sohbetimiz masanın diğer ucundaki genç delikanlıyla devam ediyor. Onun da Antakyalı olduğunu öğreniyorum.

Ruhban Okulu’ndayım. Bir gün bizim oraya da gelin. Beklerim” diyor ve cep telefonunu veriyor.

“Gelirim, mutlaka gelirim, çok merak ediyorum Ruhban Okulu'nu” diyorum.

Kitabevinin hikâyesinden, fotoğrafın arkasından okuduklarımdan, Antakya’nın iyilik sever ve tok gönüllü esnafını hatırlatan mimiklerinden, aksanından, davranışlarından, cenazeyle ilgili gelen telefonlardan ve anlattıklarından etkilendiğimi görünce bir olay daha anlatıyor Micail:

"Bir gün bir adam geldi. Yanında da oğlu vardı. Çocuk Türkçe bilmiyor. Adamın Türkçe aksanından anladım hemen Rum kökenli olduğunu. Nerelisin, diye sordum 'Ben İmroz’luyum (Gökçeada)' dedi. Kendisine bizim burada da bir İmrozlu var, isterseniz sizi tanıştırayım, dedim. Güldü. 'Bir zamanlar burada bir yeğenim vardı. Ama öldü' dedi. Adı ne diye sordum. 'Adı Dimitri’ydi' dedi.

Profesör Dimitri ölmedi, halen yaşıyor, dedim. İnanmadı. Hemen telefona sarıldım. 'Bay Dimitri burada bir misafiriniz var. Hemen gelmenizi çok isterim' dedim. O da hemen geldi. Birbirlerini gördüler ve ağlayarak sarıldılar. Elli yıldır birbirlerini görmemişler. Onlar birbirlerine sarılırken ben de onların fotoğraflarını çektim. Sonra kahve yaptım. Onlar kahvelerini içip sohbet ederlerken ben de şu karşıdaki fotoğrafçıya gittim. Hemen fotoğrafları yaptırdım. Ayrılırken bana da sarıldılar. Çok teşekkür ettiler. Fotoğrafları verdim. Çok mutlu oldular..."

“Hayatı hep, ihtiyacımız olmayan şeyleri istemek, satın almak ya da elde etmek üzerine” kurguladığımıza dair düşünceler; “mutlu olmanın yolunun hayatı yavaşlatmaktan, istekleri azaltmaktan, paylaşmak ve yardım etmekten geçtiğini” söyleyen bir dostumun gözleri  geliyordu aklıma.

Bir süre sessizlik oldu. En üst rafta duran çerçevelenmiş bir “levha” takıldı gözüme. Ayağa kalkıp baktım ve Melce - i Üdebâ ne demek" diye sordum.

Uzandı ve levhayı bana verdi. Çelik Gülersoy’u tanır mısın” diye sordu. “Bilirim, ama tanışmadım rahmetliyle” dedim. “Buraya sık gelirdi. Bir gün bana buranın neden bir adı yok” dedi ve sonra da “Sana bir ad önereceğim, dedi ve birkaç gün sonra da bunu getirdi.”

Tarihi İskele Kitapçısı 

Büyükada

MELCE-İ ÜDEBȂ

İsim babası olduğum bu mekânın,

(Eskiden, yani “edvârı saadette, ediplere sadece yağmurlu günlerde vapur beklerken bir “manevi sığınak” olduğunu tahmin ederdim. Şimdilerde ise, insan mahşerine ve aşırı güneşe karşı, kalem erbabına bir moral barınağı oluyor).

Tarih boyunca müdâvimleri ve mültecileri (tahmin ve karine ile!): Faik Ali Ozansoy, Ziya Paşa, Ziya Gökalp, Ahmet Refik, Tahsin Nahit, Yahya Kemal, Reşat Nuri Güntekin, Yunus Nadi, Yakup Kadri, Halil Nihat Boztepe, İbrahim Alâaddin Gövsa, Orhan Seyfi, Nurullah Ataç...

İmza

Çelik Gülersoy

 

Not: Bu yazı için Micail Paşa’nın iznini aldım. Kitabevinin ismini neden İksidas koyduğunu sorduğumda “Aileye ve kitabevinin mazisine hürmetten” dedi.  Melce sığınak, barınak; Üdebâ ise edipler, yazarlar demekmiş. Aldığım kitap Orhan Pamuk’un “Saf ve Düşünceli Romancı” kitabıydı. Orhan Pamuk’un da İksidas’a uğradığını öğrendim. O gün adada kaldım. Kitabı çok beğendim. Günü okuyarak, ara ara her insanın en “edvârı saadeti” olan çocukluk günlerime dönerek ve bu yazıyı nasıl yazacağımı düşünerek geçirdim.