Vedat Özdan

28 Şubat 2012

Kurumsal yönetim, bağımsız yönetim kurulu üyeliği ve yeni TTK

1804 yılında dünya nüfusu tahminen 1 milyardı. 1927 yılında, yani 123 yıl sonra 2 milyara ulaştı. Bir sonraki 1 milyarlık artış izleyen 33 yılda oldu...

 

“Hazine yönetimi” nakit giriş ve çıkışlarını zaman ve mekân itibariyle denkleştirmek demektir. Bu, devletler için de böyledir, şirketler için de.

1804 yılında dünya nüfusu tahminen 1 milyardı. 1927 yılında, yani 123 yıl sonra 2 milyara ulaştı. Bir sonraki 1 milyarlık artış izleyen 33 yılda oldu, sonraki 1 milyarlık artış 14 yılda, bilahare 13 yılda ve 12 yılda oldu. Artık nüfusu her 12 – 13 yılda 1 milyar artan bir dünyada yaşıyoruz.

Dünyada her yıl 65 yaş ve üstü nüfusa 800 bin kişi ekleniyor. Dünya nüfusunun yüzde 13’ü 65 yaş ve üzerinde.

Tanınmayanları ihmal ediyorum, 1950’li yıllarda dünyada 99 ülke varken şimdi bu sayı 196.

 

Artık hiçbir kurum 19. yüzyıl bakış açısıyla yönetilemez 

 

Soğuk savaş döneminde kapalı ekonomilere özgü devletten devlete borç verme dönemi çoktan bitti. Sermaye piyasaları o kadar gelişti ki, artık IMF ve Dünya Bankası kapatılsa dahi devletlerin bir şekilde para bulabilecekleri bir dünyada yaşıyoruz. Devletler artık üretim ve istihdam kapısı değil. Üretimi ve yatırımı artık devletler değil, özel sektör yapıyor. Açık ekonomiler ve bu sayede artan uluslararası ticaret nedeniyle nakit ihtiyacı hem büyüme ve enflasyon nedeniyle tutar bazında çok arttı, hem de nakit giriş ve çıkışlarını zaman ve mekân itibariyle denkleştirmeye çalışanlar çok artı.

 

Kurumsal yönetim finansal küreselleşmenin sonucudur

 

Paylaşmadan para bulunamaz.

Bir varlığın ülkede yerleşik olmayanlarca satın alınması sermaye girişine, yerleşik olanın yurtdışında bir ülkede varlık satın alması sermaye çıkışına yol açar. Artık devletler ve şirketler, nakit açıklarını para ve sermaye piyasalarından finanse ediyor. Yani varlık alımı ve satımı yoluyla.

Bir şirket ya tamamen öz kaynakla finanse edilir ya da öz kaynak ve yabancı kaynak karışımıyla. Yabancı kaynağı ya başkalarını şirkete ortak yaparak bulursunuz ki buna hisse senedi satmak denir, ya da borçlanarak. Borçlanmayı ya tahvil vs. menkul kıymet satarak yaparsınız ya da bir finans kurumundan kredi alarak. Devletlerin ana öz kaynağı vergi gelirleridir. Devlete teorik olarak ortak olunmaz. Devletler gelecekteki vergi ve özelleştirme gelirlerini menkul kıymetleştirirler.

Hazine yönetimini iyi yapmayana borç veren, “acaba paramı zamanında ve tam olarak alabilir miyim” diye düşünür. Çünkü temerrüt halinde nakit giriş ve çıkışlarını zaman ve mekân itibariyle denkleştirememe riski alır. Bu riski kimse bedava almak istemez.

 

Kötü yönetim şirketlerin de, işçinin de, işsizin de düşmanıdır

 

Temerrüde düşme ihtimali bir olasılıktır. Hazine yönetimi konusunda zayıf olanlar bu olasılık kadar ilave faiz ödeyerek borçlanırlar. Buna riski primi denir. Kötü yönetimin (bad governance) bir sonucu olan risk primi ülkenizden servet transferine yol açar. Kötü yönetim, istihdamın da, verginin de kaynağı olan şirketleri öldürerek ülkeyi fakirleştirir.

Devletseniz ve arkanızda bir rezerv para basan merkez bankanız varsa bu ilave faizi ya ödemezsiniz (ABD 10 yıllık tahvilleri için risk primi ödemeden faiz öder) ya da düşük bir prim ödeyerek büyük devlet olmanın avantajını yaşarsınız. 

Büyüyemeyen ve bu nedenle gelecekteki vergi gelirleri düşük kalacak ülkelere borç vermek daha da risklidir. Avrupa borç krizinin onca yardıma rağmen çözülememesinin nedeni budur.

Daha önce ülkemizin PISA sınavındaki vahim durumundan söz etmiştim. Geçenlerde PISA sonuçları itibariyle dünyada iş yapma kolaylığını ölçen Dünya Bankası raporuna tekrar göz attım. Türkiye 71. sırada. Unutmayın, 2011 yılı Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksine göre 92. sıradayız. Dünya Bankası raporuna göre iş yapmanın kolay olduğu ülkelerin büyük bir kısmı aynı zamanda PISA sonuçlarında ve BM İnsani Gelişmişlik endeksinde yüksek sıralardaki ülkeler. Bu bir tesadüf olabilir mi?

 

Sermaye hareketlerindeki artışı okuyamayan sınıfta kalır

 

Bir McKinsey çalışmasına göre, kriz öncesinde (2007) küresel finansal varlıkların toplam değeri 194 trilyon dolardı. Bu tutar küresel hasılanın yüzde 343’üne tekabül ediyordu. Bu oran 1980’lderde yüzde 80 – 85 civarındaydı. Yani küresel finansal varlıkların değeri 30 yılda 4 kat artış kaydetti. Evet, işte bu artış, yerküremizde çok hızlı bir değişime, kurumlarımızda ve iş yapış şekillerinde çok köklü değişimlere yol açtı.

Kurumsal yönetim önce borçlu devletler için gündeme geldi. Sonra Enron, Worldcom, Tyco vesaire skandalların sonucu olarak şirketlere de adapte edildi.

Size para verecek olan, bir amacınız olsun ister. Bu amaca ne zaman ve nasıl ulaşacağınıza bakar. Yönetim yapınıza bakar ve yeterliliğinizi anlamaya çalışır. Başınıza ne gelirse bu amacınıza ulaşamayacağınızı anlamaya çalışır. Daha başka neler yapmanız gerektiğini söyler. Teminat ister, vesaire. Somut konuşalım: Vaşington Konsensüsü, istikrar ve yapısal uyum politikaları, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, merkez bankalarının bağımsızlığı, bankacılık gözetim ve denetim kurumları, sermaye piyasalarının gözetimi ve denetimi, mali saydamlık, özelleştirme, Orta Vadeli Program, Mali Kural…

Tüm bunlar nereden çıktı?

Aynı şey şirketler için de geçerlidir. Misyon – Vizyon, stratejik planlama, kurumsal risk yönetimi, bağımsız denetim, uluslararası finansal raporlama, iç denetim, denetim ve risk komiteleri, performans yönetimi, transfer fiyatlaması, vizyoner ama ulaşılabilir liderlik, etik ilkeler… Liste uzun.

Peki, bunlar nereden çıktı?

İşte bu yazıda özetlemeye çalıştığımız 20. yüzyılın son yarısında ortaya çıkan hızlı değişim ve dönüşümden çıktı.

Daha önce de yazmıştık: “Büyüme paradigması değişti; artık ithal ikameci mi, yoksa ihracata dayalı büyüme mi, dönemi bitti” diye. Mesele artık “soft infrastructure”, yani kurumsal kalitede.

Özetle; devlet ve şirketler dâhil, artık kurumlarını ulaşılabilir bir hedef setine doğru şeffaf ve hesap verebilir bir şekilde yönetmeyenlerin hep geride kalacağı bir dünyada yaşıyoruz.

Umarız ki,  kurumsal yönetim, bağımsız yönetim kurulu üyeliği ve yeni TTK ile başlayan geç ama “sessiz devrim” sekteye uğramaz ve çocuklarımız daha müreffeh bir Türkiye’de yaşarlar.