Bir şirket iki türlü rekabet eder. Ya piyasada maliyet önderisinizdir ya da başkalarının üretemediği yeni mallar üretiyorsunuzdur. Biz ülke olarak birinci kategoriye düşen şirketlerin çoğunlukta olduğu bir ekonomiyiz.
Maliyet önderi olunan işlerde işin doğası gereği katma değer düşüktür. Bunun en temel nedeni ithal ettiğimiz şeyin üzerine kattığınız prosesin çok değerli olmamasıdır. Çünkü rekabet yoğundur ve alternatifiniz çabuk bulunur.
Genel anlamda katma değer, bir şirketin satın aldığı mal ve hizmetleri, satılabilir ürünlere dönüştürerek elde ettiği değerdir. Bu değer 4 paydaş arasında paylaşılır: İşçiler ücret alır, pay sahipleri kar alır, şirkete borç verenler faiz alır ve devlet vergi alır.
Şayet ülkenizde enerji ve metal yoksa ve bunları satın alırken yüksek bir bedel ödüyor, ancak yüksek bir satış hasılatı elde edebiyorsanız katma değeriniz düşük olur.
Ülkemizin en temel ekonomi problemi; enerji, hammadde ve aramalı bakımından ithalata bağımlı, düşük katma değer yaratan ve bu nedenle ekonomi yönetimini sık sık yapısal sorunlardan uzaklaştırıp cari açığın finansman sorununa odaklayan ihracata dayalı büyüme modelidir.
Bu modelde yaratılan katma değer düşük olduğu için büyüdükçe yurtiçi tasarruflar cari açıktaki artıştan daha az artar. Bir süre sonra büyümek sorun olmaya başlar. Çünkü cari açığınızı finanse etmek için giderek daha fazla yabancı sermayeye ihtiyaç duyarsınız.
Size borç verecek adam 1) devletseniz “ileride o kadar vergi gelirini nereden toplayacaksınız” diye sorar; 2) şirketseniz “o kadar karı nasıl elde edeceksiniz” diye sorar. Birincisinde ikna için uyguladığınız politikanın adı istikrar politikası ve ana teması “mali disiplin” olur; ikincisindeyse “yeni piyasa, yeni ürün, yeni müşteri” olur. Niş ürün üretemediğiniz ve piyasada toplamda maliyet önderi olduğunuz için iş döner dolaşır şirketleriniz için de “mali disipilin”e gelir. Dolayısıyla açığın kaynağının kamu veya özel olması durumu değiştirmez. Sonuç aynı kapıya çıkar. Arkanızda şayet “istediğiniz kadar para basmaya hazırım siz yeter ki tüketin” diye dua eden bir Fed yoksa, çare olarak “kemer sıkmanız” gerekir.
Son otuz yıldır uygulamakta olduğumuz haliyle bu model, çok müspet küresel likidite ve piyasa koşullarına rağmen (yani şirketlerimiz düşük faizle borçlanmış olmalarına rağmen), son sekiz yıl içinde de başarılı bir büyüme perfomansına yol açmadı. Oysa on yıl içinde sermaye hareketlerinde çok ciddi bir artış gerçekleşti ve konjonktürel olarak hiç olmayacak kadar dünya likit hale geldi. Piyasalar derinleşti. Her türlü varlık çok kısa süre içinde alıcı buldu. Ancak biz bu olumlu konjonktürü çok iyi değerlendiremedik. Bunun en açık göstergesi ortalama büyüme hızımızdır.
2003–2010 yıllarında ortalama büyüme hızımız yüzde 5 civarında. 1950–2002 arasındaysa yüzde 5’ten biraz küçük. Küsuratlara takılmıyorum. Arada yüzde 1’lik bir fark olsa dahi durum değişmez. Misyonu ve iddiası nedeniyle Türkiye ekonomisinin en az %7 oranında büyümesi lazım.
Dahası, bu kadar uygun likidite koşulları maalesef “kırk yılda” bir gelir. O nedenle diyoruz ki, bu süreci çok daha iyi değerlendirebilir, çok daha yüksek ülke notlarına ulaşıp, işsizlik oranımızı tek haneli rakamlara indirererek, daha hızlı bir büyüme trendine girebilirdik.
Bunun için, yegane konsantrasyonu bu iktisadi dönüşümü iyi yönetmek olan sağlam bir siyasi irade, çok güçlü bir özel sektör ve kamu sektörü işbirliği gerekiyordu.
Ama olmadı!..