Haziran ayında çok fazla belirsizlik var. Merkel ve Hollande, krizin çözümüyle ilgili esas görüşmelerini henüz yapmadılar. Çünkü Hollande, Fransa’da bu ayın 10’unda başlayacak seçimlerde daha fazla sosyalist adayı 557 üyeli parlamentoya sokmak istiyor. Seçimler 17 Haziran’da sona erecek. Daha önce de yazmıştık, “Hollande başkanlık seçimi öncesindeki duruşundan geri adım atmaz” diye.
17 Haziran sonrasında da Hollande’dan çok büyük taviz beklememek lazım. Çünkü Hollande hükümeti, seçim sürecinde “mali pakt” anlaşmasında öngörülen mali hedefleri gevşeteceklerini, emeklilik yaşını 3 yıl geriye çekeceklerini ve kira artışlarını enflasyon oranı ile sınırlayacaklarını açıkladı.
Bu arada AB Komisyonu’ndan ve Avrupa Merkez Bankası'ndan (ECB) sorunların çözümü için “tam parasal ve mali birlik” gerektiğine dair güçlü sesler ve öneriler çıkmaya başladı. Ünlü yatırımcı G. Soros, AB’nin önünde sadece 3 ay kaldığını iddia etti.
Hollande, Merkel’e karşı avro bölgesinin üçüncü büyük ülkesi olan İtalya’nın başbakanı Mario Monti’nin de desteğine aldı. Ancak yerel seçim sonuçlarına bakılırsa bu yıl içinde İtalya’da da genel seçim yapılması gerekiyor. Çünkü Monti hükümetine halk desteği kalmadığını kendi partisinin yetkilileri açıkladı.
Henüz Merkel de duruşundan taviz vermiş değil. En fazla kendisinden fedakârlık yapması beklenen Merkel, “Büyüme için daha fazla paraya değil, cesaretle mali disiplin uygulamaya ve yapısal sorunlara çözüm bulmaya ihtiyaç var” diyor. Esasen taviz de veremez. Çünkü daha önceki iki yazımızda da dikkat çektiğimiz gibi, önünde anayasal engel var. Arkasındaki halk desteği azalan Merkel’in önünde bir de 2013 yılında yapılacak seçimler var. Anayasa değişikliği yapılması, bu nedenle neredeyse imkânsız gibi.
Fransa’da parlamento seçimleri sonrasında yapılması beklenen Merkel – Hollande “düellosundan” hangi konularda, ne kadar süre içinde bir uzlaşma sağlanacağını ve bu uzlaşının sorunlara ne kadar deva olacağını birlikte göreceğiz.
Öte yandan yalanlansa da, basına, “17 Haziran’da Yunanistan’da kurtarma paketine evet diyen bir hükümetin çıkmaması ve Yunanistan’ın avrodan çıkması ihtimaline karşı” AB Komisyonu’nun hazırlıklar yaptığı” haberleri sızdırıldı. Bu tehlikeye karşı, en büyük ikinci ihracat pazarı AB olan Çin de hazırlıklara başladığını açıkladı. İspanya’ya, bu ihtimali ve olası bulaşma tehlikesini öngörerek, özellikle Almanya’dan baskı yapıldığını görüyoruz. İspanya bu durumdan çok rahatsız ve yardım almayı açık bir dille reddediyor.
Haziran ayı sonunda önemli ölçüde netleşecek olan bu tehlikeyle başa çıkmak üzere, tüm majör merkez bankalarının yeniden para basmaya başlayacaklarına dair kuvvetli bir beklenti oluştu.
Bu arada ABD istihdam verilerinin kötü gelmesi avro/dolar paritesinin düşmesini biraz frenledi. Parite yükselince borsaların canlandığını biliyoruz. ABD başkanlık seçimleri öncesinde işsizlik oranının (Nisan ayı sonunda yüzde 8,1) biraz daha düşmesi için Fed’in bir şekilde yeniden genişleyici para politikaları (Q3) uygulayabileceği daha önce de konuşulmuştu. Beklenenden kötü gelen istihdam verileri, bu ihtimale bel bağlayanları umutlandırmış gibi görünüyor.
Öte yandan IMF Başkanı Lagarde, düşük enflasyon oranına işaret ederek ECB’ye “Faiz indirebilirsin” dedi.
Borsalardaki nabız artışının en önemli nedeni, daha önce de denenmiş ve çözüm üretmemiş olan malum parasal genişleme beklentisi.
Bir tespit yapalım: Dünya ekonomisinde yanlış işlere, çok fazla borçlanılarak, çok fazla yatırım yapıldı. Borçlanma, gelecekte üretilecek geliri ve servet artışını bugünden tüketme imkânı verir. Faiz oranı normal piyasa koşullarında bu işe aracılık eder. Cari faiz oranlarını yapay bir şekilde düşük tutarak gelecekte üretilecek gelir ve servet artışının bugünkü değerini yüksek göstermeye artık insanların karnı tok. Gelecekte, bugünden başlayan borcu ödemeye yetecek kadar bir tasarruf fazlası görünmüyorsa, “büyüme duası” yapmak ve bugünden itibaren tasarruf yapmaya başlamaktan başka çare yok.
Daha önce hep yazdık, “krizin bir uyum maliyet olacak” diye. Kimsenin burnunu kanatmadan krizden çıkmak mümkün değil.
Geçenlerde Çinli bir yetkili “Avrupa’nın krizden çıkmak için çok çalışması ve az tüketmesi lazım” demişti. Avro bölgesinde işsizlik oranı rekor düzeyde (Nisan sonu yüzde 11). AB genelinde 25 yaş altında 5,46 milyon işsiz genç var. Bunun 3,3 milyonu avro bölgesi ülkelerinde. İşsizlik oranının en yüksek olduğu İspanya ve Yunanistan’da her iki gençten birisi işsiz. Buna rağmen Avrupalı gençler, Çin’e karşı rekabet avantajlarını yitirdikleri imalat sanayiinde artık çalışmak istemiyor. Herkes hizmet sektöründe iş arıyor. Yani, “başkaları çalışsın, üretsin, ben onlara aracılık yapayım” diyor. Öte yandan AB ülkeleri arasında işgücü piyasaları arasında da çok büyük farklılıklar var. Almanya işgücü verimliliği konusunda en iyi ülke. Yunanistan ise en kötüsü. Fransa’da bir işçi haftada 35 saat çalışırken Almanya’da 40 saat çalışıyor.
İsveç’te (Lozan) bulunan bir üniversite (IMD) her yıl “Dünya Rekabet Yıllığı” yayımlar. IMD'nin 2002 yılı rekabet gücü sıralamasında ilk sırada ABD vardı. Toplam 49 ülke arasındaki sıralamada AB üyesi ülkelerin hemen tamamı ilk sıralarda yer alıyordu. AB üyesi ülkelerden rekabet gücü göreli olarak kısmen daha zayıf olan ülkeler Yunanistan, Portekiz ve İtalya’ydı. IMD son yıllığını 31 Mayıs günü yayımladı. 59 ülkenin değerlendirildiği sıralamada ilk sırada artık Hong Kong var. Sorunlu AB ülkeleri daha geri sıralara inmiş durumda. Örneğin Yunanistan 2002 yılında 38. sıradayken 2012 yılında 58. sıraya düşmüş.
Maalesef sorun artık Avrupa borç krizi olmaktan çıktı. Sorun her yerde. ABD ve AB’ye mal satamadığı için Çin de planladığı ölçüde büyüyemiyor, Hindistan da, biz de…
Sorun artık, “dünya ekonomisinin büyüyememe sorunu” haline geldi. Sorunun çözümü de maalesef para basmak değil. Çünkü para basmak riskli varlıkların getirilerinin yükselebileceği beklentisi yaratmıyor; insanların daha fazla tüketim ve yatırım harcaması yapmasına yol açmıyor. Likidite büyüme varsa artar, para basarak değil. Bu, denendi ve dünya ekonomisi ikinci dibe doğru gidiyor.
O nedenle, gerçekle yüzleşip, eldeki avuçtakini düşük fiyatla satıp, zararı kabullenip, sorunlu ülkelerin borçlarını ödemeleri ve yoksullaşmayı içlerine sindirmeleri gerekiyor. Bu arada da dünya ekonomisinin yavaş da olsa sürdürülebilir bir büyüme trendine girmesi için “büyüme duasına” çıkmak dışında yapılacak bir şey yok!
Avrupa artık yoksullaşmak ve bu acı gerçeği hazmetmek zorunda.