Hatırlarsanız pazartesi günkü yazımızda CHP’nin Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefini, “Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlaşma devriminin, modernleşme vizyonunun doğal uzantısı olan bir toplumsal değişim projesi” olarak gördüğünden bahsetmiştik.
TÜSİAD da AB üyeliğini derneğin vizyonu olarak görüyor
“AB üyelik sürecini desteklemek için çalışmalar yapmak” dernek tüzüğün ikinci maddesine göre derneğin amaçları arasında.
O nedenle TÜSİAD, AB üyelik süreciyle ilgili adım atan her hükümeti bu yönde desteklemek, adım atmayanları ya da süreci köstekleyenleri eleştirmek durumunda.
Bir hatırlatma: Hükümet 2007 yılında 2014 yılını tam üyelik için hedef yıl olarak tayin etmiş ve TÜSİAD da bu hedefi desteklemişti.
Bir hatırlatma daha: ‘Neden sadece TÜSİAD? Neden, MÜSİAD ve TUSKON yok?’ Diyenler olabilir. MÜSİAD’ın vizyon ve misyonunda, dernek tüzüğünün “amaç ve faaliyetler” başlıklı maddelerinde Avrupa Birliği üyeliğimizin desteklendiğine ya da desteklenmediğine dair bir ifade bulunmuyor.
Keza TUSKON’un internet sitesinde derneğin amacını ve perspekitifini açıklayan metinde, Avrupa Birliği üyeliğimizin desteklendiğine ya da desteklenmediğine dair bir ifade yok. Bu saptama her iki derneğin de AB sürecine kayıtsız olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak TÜSİAD tam üyeliği vizyon olarak değerlendiriyor ve çapı itibariyle hükümetle ilişkilerde daha yüksek sesle talep dile getirebiliyor ve eleştiri yapabiliyor. Bu nedenle TÜSİAD.
Bu tespiti yaptıktan sonra meselenin üç ayrı dönemde ele alınılacağı bilgisini paylaşmak isterim. Çünkü bu üç dönemin dinamikleri farklı ve sürecin doğru anlaşılması bakımından da bu farklılıklar çok önemli.
2002 – 2007 dönemi
Bu dönemde AKP tek başına iktidar. Ancak demokrasi söylemleri ve özellikle de laikliğe bağlılığı konularında “takiye” ile itham ediliyor.
Önce hiçbir şeye “ellemiyor.”
Önceki hükümet döneminde başlatılan IMF destekli “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nı” aynen devam ettiriyor.
Daha sonra AB üyeliği konusunda ciddi adımlar atıyor ve parti programında hiç bahsedilmeyen tam üyelik perspektifini öncelikli gündem maddesi haline getiriyor.
Böylece iş dünyasının, güçlü medya gruplarının, sol ve liberal aydınların endişe kaynağı olan demokrasi ve laikliği, yine aynı çevrelerin güvence olarak gördükleri AB sürecine bağlıyor. Böylece AKP, çok alkış aldığı bir döneme giriyor.
Rüya gibi bir dönem
2005 Ocak ayında IMF ile 19. stand-by anlaşması imzalanıyor.
TÜSİAD ile hükümet arasında uyum var. Hükümetin demokratikleşme ve laiklikle ilgili eylem ve söylemleri rahatsızlık yaratmıyor. Bu cephede eksen tartışması yapılmıyor. Çünkü ülke; hem demokrasiyi, hem de laikliği güvence altına alan iki çıpaya da bağlı.
Basından sürekli övgü ve yol gösterici tavsiyeler geliyor.
Hatta Kopenhag kriterlerine uyuma hizmet eden demokratikleşme adımları atıldıkça, TÜSİAD’ın yanında AKP’yi savunduğu izlenimi veren bir CHP – dışı sol destek de oluşuyor ve AKP bu desteği de önemseyerek istifade yoluna gidiyor.
Halen kendisini CHP’li saymayıp solcu olarak görenler ile “eski solcu” diye tabir edilen köşe yazarları, ki bunların büyük bir kısmı 12 Eylül askeri darbesinin mağdurudur; hükümetin Kopenhag kriterleriyle ilgili attığı demokratikleşme adımlarını, “Kıbrıs sorunu”yla ilgili proaktif tutumunu, “Ermeni sorunu”na yaklaşımını; “Kürt sorunu” ile ilgili askerden farklı bir yaklaşım sergileme cesaretini; AKP’nin Parti Programı’ndan, amacından, stratejik ve yeri geldiğinde kolayca görüş ve politika değiştirebilen pragmatik yaklaşımından bağımsız olarak, müspet değerlendiriyor ve açıkça destekliyordu.
Bu dönemde TÜSİAD da hükümetin IMF ve AB çıpalarına bağlılığından çok memnun.
İMKB’de hisse senetleri çok likit ve primli, hazine kâğıtlarına çok fazla talep geliyor, piyasalar derin, likidite bol, ülke riskimiz düşüyor, şirket çarpanları hızla yükseliyor, işadamlarımız varlıklarını yüksek fiyatlarla satabiliyor, düşük kur, düşük faiz ve düşük enflasyon, cari açık sorunu azalıyor, Maliye hazinesi çok mutlu, borçlanma vadeleri uzuyor, faiz giderlerinin bütçe içindeki payı düşüyor, özelleştirmelerde hiç sorun yaşanmıyor, istihdam ve yatırım ortamı giderek iyileşiyor, ülkeye hayal bile edilemeyecek kadar çok fazla doğrudan yabancı sermaye girişi oluyor, küresel ekonomik konjonktür nedeniyle artan likidite koşullarıyla ülke ekonomisi hızla büyüyor...
Kısaca rüya gibi bir dönem!
Çünkü istikrarlı siyaset; tek başına, ama “laf dinleyen” bir hükümet var. Bu noktada bir not düşelim: Laf dinliyor, çünkü Cumhurbaşkanlığı'ndan ve yargıdan eleştiri alıyor; halen asker muhtıra verme cüretine sahip.
Klasik devlet politikasında ilk kırılma: Dışişleri ve TSK ayrılığı
Bu noktada ilginç bir tespitimizi paylaşmadan geçmeyelim: 2002 – 2007 döneminde ilk kez Dışişleri Bakanlığı ile Anayasa'ya göre Cumhurbaşkanı'nın (Ahmet Necdet Sezer) başkomutanlığını yaptığı Türk Silahlı Kuvvetleri arasında bir ayrışma meydana geldi. Dışişleri Bakanlığı AB taraftarı bir tutumla AKP’nin Kopenhag siyasi kriterleriyle ilgili cesur adımlarını ve üyelik sürecinde önümüze çıkarılan yeni meseleleri çözme konusunda hükümetin politikalarına ciddi destek verdi. TSK ise klasik devlet görüş ve politikalarında ısrar etti. Daha önce hemen hemen hiçbir majör konuda bu iki kilit kurum arasında görüş ve politika ayrılığı olmamıştı. Bu noktada iki hatırlatma yapmakta fayda var:
1) AKP parti Programı’nda şu ifade vardı: “Partimiz, değişen bölgesel ve küresel gerçekler karşısında, Türkiye’nin dış politika önceliklerini yeniden tanımlaması ve bu gerçekler ile ulusal çıkarları arasında yeni bir denge oluşturması gerektiği inancındadır. Dış politikada karar verme ve uygulama sürecinin, sadece bürokrasinin katılımıyla yürütülmesinin yetersiz kaldığı görüşündedir.” (O zaman Başbakanın dış politikadan sorumlu başdanışmanının Ahmet Davutoğlu olduğunu hatırlatalım)
2) 2007 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer beş Dışişleri Müsteşar Yardımcısı’nın kararnamesini onaylamadı. Bunlar arasında bakanlığın eski AB Genel Müdürü Selim Kuneralp de vardı. Cumhuriyet tarihinde ilk kez, AB konusunda hükümet ve doğal olarak paralel bir tutum izleyen Dışişleri Bakanlığı, TSK ile paralel söylem içinde olan Cumhurbaşkanlığı'ndan bu düzeyde bir veto yemişti.
TÜSİAD’ın 2007 seçimleriyle ilgili uyarısı
Bu arada TÜSİAD’ın ilk kadın Yönetim Kurulu Başkanı olan Arzuhan Doğan Yalçındağ 2007 seçimleriyle ilgili bir demecinde şunları söyledi:
"Türkiye, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve AB çıpasıyla önemli başarılar elde etti. Şimdi toplum bu yolda yürümenin devamını bekliyor. Onun için sandıktan nasıl bir hükümet çıkarsa çıksın, kimse bu yol haritasından dönmek istemez. Bu yol haritasından geri dönmek siyasi intihar olur".
'Laik cephe'nin son kozlarını oynadığı dönem
22 Temmuz 2007’de AKP yüzde 46.58 oyla yine tek başına iktidar oldu. Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve Abdullah Gül Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı seçildi.
Bu arada 367. maddeyle ilgili tartışmaları ve karşı cephenin AKP karşıtlığı konusunda daha radikal bir tutum içine girdiğini hatırlatalım.
27 Nisan 2007 tarihinde Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunun yapıldığı gece TSK’nın internet sitesine konulan muhtırayla başlayan ve 367. madde, 29 Ekim resepsiyon krizi ve 2008 yılının Mart ayında AKP hakkında açılan kapatma davası sürecine kadarki sancılı hazım sürecini de unutmayalım.
Daha sonra?
Uzanlar’la ve batık bankaların eski sahipleriyle ilgili yapılanlardan cesaret alınıyor...
Daha fazlasını yapmanın mümkün olabileceği idrak ediliyor. Bunun için Kopenhag kriterleriyle ilgili gaza basmak yeterli. Bir de medya bağımlılığından kurtulmak gerekiyor.
Bilahere, ciddi ve yapıcı eleştirilere de tahammülün azaldığı yeni bir dönemin ipuçları geliyor.
Nihayet alternatif bir medya yaratılma süreci başlıyor.
Sol cenahta CHP ayrışıyor ve statükoculukla eleştiriliyor
AB üyeliğini bir çağdaşlaşma projesi olarak gören CHP ve TÜSİAD sürecin bir noktasında ayrışıyor. TÜSİAD IMF ile stand-by anlaşmasının imzalanması, likidite bolluğunun da yardımıyla Kemal Derviş’in başlattığı Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın başarıyla uygulanmaya devam edilmesi nedeniyle gelişen makroekonomik istikrardan memnun ve Kopenhag siyasi kriterleriyle ilgili demokratikleşme adımlarından dolayı AKP ile bir sorun yaşamıyor. Dahası CHP – dışı sol TÜSİAD’tan hiç rahatsız değil.
Ancak CHP demokratikleşmeyle ilgili adımların yanı sıra “Kıbrıs sorunu”, “Kürt sorunu” ve “Ermeni sorunu”yla ilgili olarak hükümetin attığı adımlardan rahatsız; ne demokratikleşmeyle, ne de laiklikle ilgili AKP’ye güvenmeyen çizgisinde politika yapmaya devam ediyor. CHP’nin bu çizgisi Cumhurbaşkanlığı makamı, emekli asker ve yüksek yargı mensuplarının eleştiri, uyarı ve görüşleriyle paralel bir seyir izlediği için statükoculukla eleştiriliyordu.
EDP'NÍN NOTU: Yazı dizimizin ilk bölümü için EDP'den gönderilen önemli bir notu, uyarı ve ilgileri için teşekkürlerimiz eşliğinde paylaşıyoruz:
‘AB'ye üyelik süreci hakkında Türkiye solu ne düşünüyor?’ Başlıklı bugünkü yazınızda Türkiye Solunun önemli bir partisi olan EDP (Eşitlik ve Demokrasi Partisi)'nin konuyla ilgili söylemlerine rastlayamadım. Unutulmuş olabileceği düşüncesiyle EDP'nin Programatik Belgesinde 109. Madde olarak yer alan söylemi aşağıda aktarıyorum. Dostça Sevgilerimi iletiyorum, Cihangir Yalçınkaya. 109. Madde: Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakereleri ile ilgili reform politikalarına hız vereceğiz. AB’ye üyelik hedefini Ortadoğu ve Kafkaslara yönelik barış ve istikrar politikalarından ayrı görmeyeceğiz. Avrupa Birliği’nin dayanışmacı ve sosyal bir Avrupa’ya doğru evrilmesi mücadelesine dâhil olacağız.
Yarın: AB Üyeliğimiz ve TÜSİAD – AKP İhtilafı: 2007 – 2009 dönemi