71. Cannes Festivali, dün akşam düzenlenen ödül töreni ve kapanış filmi “Don Kişot’u Kim Öldürdü?”nün gösterimiyle son ererken, Cate Blanchette başkanlığında, Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev, Kanadalı yönetmen Denis Villenuve, Ermeni asıllı Fransız yönetmen Robert Guediguian, Amerikalı senarist-yönetmen-yapımcı Ava Duvernay, Amerikalı oyuncu Kristen Stewart, Fransız oyuncu Léa Seydoux, Çinli oyuncu Chen Chang ve Burundili müzisyen Khadia Nin’den oluşan Uluslararası Jüri kararları çoğu dalda genel bir kabul görürken, “Ahlat Ağacı” ve “Burning”e hiçbir ödül verilmemesi eleştiri konusu oldu.
Jüri, Altın Palmiye ödülünü Japon yönetmen Kore-Eda Hirokazu’nun “Manbiki Kazoku” (Aile Mesleği) *İngilizce adıyla “Shoplifters”filmine verirken, Grand Prix (Jüri Büyük Ödülü) Spike Lee’nin “Blackkklansman” filminin, Jüri Ödülü ise Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki’nin yönettiği “Capharnaüm”’in oldu. Labaki, sahneye 12 yaşındaki Suriyeli başrol oyuncusu ile birlikte çıktı.
Festivalin En İyi Yönetmen Ödülü, “Soğuk Savaş“ filmiyle Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski’ye giderken, En İyi Senaryo Ödülü “Lazzaro Felice“ (Mutlu Felice) ile İtalyan yazar-yönetmen Alice Rohrwacher ve İranlı yönetmen Jafar Panahi’niin “3 Yüz” filminin senaryo yazarı Nader Saeivar arasında paylaştırıldı. Bu yıl Jüri, beklendiği üzere, sinemaya yaptığı katkılar, bitmek bilmeyen arayışları nedeniyle “Le Livre d’Image”ın yönetmeni Jean-Luc Godard’a bir Özel Altın Palmiye verdi.
İtalyan yönetmen Matteo Garrone’nin “Dogman“ adlı filmdeki rolüyle Marcello Fonte En İyi Erkek Oyuncu, yarışmada son gün gösterilen Rus yönetmen Sergey Dvortsevoy’un filmi “Ayka“ daki rolüyle de genç Kırgız oyuncu Samal Yesyamova En İyi Kadın Oyuncu seçildiler.
İsviçreli yönetmen Ursula Meier başkanlığındaki ‘Altın Kamera’ Jürisi, festivalin tüm bölümlerindeki 19 ilk film (Uluslararası Yarışma, Belirli Bir Bakış - Un Certain Regard, Özel Gösteriler ve Geceyarısı Gösterileri’nden oluşan Resmi Programda 9, Yönetmenlerin Onbeş Günü -Quenzaine des Realisateurs)’de 3, Eleştiemenler Haftası -Semaine de la Critique’de 7 ilk film) arasında yaptıkları değerlendirme sonucu Altın Kamera’yı, Lukas Dhont’un “Girl” adlı filmine verdi. Film aynı zamanda FIPRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu) Jürisi’nin ‘Belirli Bir Bakış’ dalındaki ödülünün de sahibi oldu.
Koreli yönetmen Lee Chang-Dong’un yönettiği “Burning”, Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu - FIPRESCI’nin Uluslararası Yarışma dalındaki ödülünü kazanırken, Hristiyan Kiliseler Birliği (Ecumenical Jury) Ödülüi Nadine Labaki’nin “Capharnaüm” fiilminin oldu. Spike Lee’nin “Blackkklansman”ı da bir mansiyonla ödüllendirildi.
Kısa Film ve Cinefondation Jürisi, En İyi Kısa Film Ödülünü Charles Williams’ın “All the Creatures” (Bütün Yaratıklar) filmine, sinema okulları öğrencilerinin kısa filmlerinin yarıştığı seçkideki birinciliği Şili Üniveritesinden bir öğrenciye verirken, ikinciliği Moskova Yeni Sinema Okulu ile Şangay Tiyatro Akademisi öürencilerinin yapıtları arasında paylaştırdı. Üçüncülük ödülü, İngiltere’nin en önemli sinema okulu NFTS (Ulusal Film ve Televizyon Okulu)’nden bir öğrencinin oldu.
Dünyanın dörtbir yanından başvuran 2000 film arasından seçilen 18 filmin yarıştığı ‘Belirli Bir Bakış’ bölümündeki filmler ise, Porto Riko asıllı Amerikalı aktör Benicio del Toro başkanlığında, Filistinli yönetmen - senarist Annemarie Jacir, Fransız oyuncu Virginie Ledoyen, Amerikalı festival (Telluride) yönetmeni Julie Huntsinger ve Rus yönetmen Kantemir Balagov’dan oluşan bir Jüri tarafından değerlendirildi.
Jüri, ‘Belirli Bir Bakış’ Ödülünü İran asıllı İsveçli yönetmen Ali Abbasi’nin “Grans” (Sınır) adlı filmine verirken, En İyi Yönetmen Ödülü “Donbass” ile Ukraynalı Sergei Loznitsa’nın, En İyi Senaryo Ödülü Faslı yönetmen Meryem Benm’barek’in ”Sofia”, En İyi Performans Ödülü Belçikalı yönetmen Lukas Dhont’un “Girl” filmindeki rolüyle Victor Polster’in oldu.
‘Yönetmenlerin Onbaş Günü’ bölümünde verilen Sanat Sineması Ödülü, Fransız yönetmen Gaspar Noé’nin “Climax” filminin, Fikri Haklar Meslek Birliği - SACD Ödülü Pirre Salvadori’nin “En Liberté”, EuropaCinema Ödülü ise, İtalyan yönetmen Gianni Zanesi’nin “Troppo Grazia” filmlerinin oldu.
“Ahlat Ağacı”: Taşralı bir gencin varoluş mücadelesi
Nuri Bilge Ceylan, hiç kuşkusuz günümüz sinemasının önde gelen ustalarından biri. İnsanın varoluş sorunları üstüne düşünen ve düşüncelerini etkileyici bir görsellikle sunmayı bilen bir yönetmen. Kısa filmi “Koza”dan bu yana tüm yapıtları Cannes Festivali’nin yarışma seçkisine alınan Nuri Bilge Ceylan’ın son yapıtı “Ahlat Ağacı”, yönetmenin ilk filmlerinden bu yana dokunduğu farklı temaları birarada ele alan bir film. Elbette, bir yönetmenin aynı temalara yeniden dönmesi bir zaaf değil; pek çok ustadan “Ben hep aynı filmi yapıyorum” sözlerini duymuşuzdur.
Diğer yapıtlarında olduğu gibi burada da insan doğasını masaya yatırıyor Ceylan. Baba - oğul ilişkisi “Mayıs sıkıntısında olduğu gibi “Ahlat Ağacı”nda da ana izleği oluştururken, “Bir Zamanlar Anadoluda”nın taşra atmosferi, “Kış Uykusu”nun varoluş sorunları ile boğuşan kahramanlarının duygu dünyası, “Uzak”taki aydın çelişkilerini bulmak mümkün bu filmde. Çok iyi bildiği bir ortama, çocukluğunu geçirdiği Çanakkale taşrasına dönüş yapan yönetmen, yoksul ve baskıcı bir ortamda mutsuz yaşamlar süren insanların öyküsünü anlatıyor.
Gençlik hayallerini yitirmiş, kendini kumara vermiş, ama doğaya olan sevgisini yitirmemiş bir öğretmenle, yüksek öğrenimini tamamlamış, öğretmenlik atamasını beklerken yazma tutkusu herşeyin önüne geçen oğlunun ilişkilerini anlatırken, duygusallıktan özenle kaçınıyor, öyküyü duygularımızla değil, aklımızla takip etmemizi istiyor. Soğuk, mesafeli bir anlatımla kahramanları ile özdeşleşmemizin önüne engeller koyuyor.
Filmin odak noktasında bir ailenin fertleri var. Ceylan, özellikle erkek kahramanlarının dünyalarını ayrıntılı biçimde yansıtırken, yan karakterler aracılığı ile toplumsal çevreyi de tanıtıyor. Taşranın boğucu atmosferinden kaçamayan, topluma nicedir egemen olan milliyetçi ve dinci görüşlerle beslenen, öğretmen ataması yapılmadığı için ‘çevik kuvvet’e katılan ve ‘mesleği gereği’ dövdüğü insanlarla alay eden gençlerin oluşturduğu karanlık bir tabloda, taşra aydınının çaresizliğine, çıkışsızlığına tanık oluyoruz.
Alacakaranlık bir atmosfer içinde devinen kahramanlarının (hepsi birer anti-kahraman aslında) çelişkilerini, tutkularını ve umutlarını tanıtma sürecinde, tüm oyuncularından büyük destek bulmuş Ceylan. “Gerçeklerin düş gücünden daha ‘sürrealist’ olduğunu” söylüyordu basın toplantısında. Kahramanlarının dünyasından çarpıcı ayrıntıları perdeye getirirken, onları yargılamak yerine, anlamaya çalışıyor. Bu anlamda, klişe kişiliklerden kaçınması filmin başarısında önemli rol oynuyor. Elbette, casting başarısının da altını çizmeliyiz. Internet videolarıyla tanınan bir stand-up sanatçısı (Aydın Doğu Demirkol) ile “Düğün Dernek” filmlerinin ünlü oyuncusundan (Murat Cemcir) böylesine ustalıklı yorumlar alabileceğini ancak büyük bir yönetmen öngörebilirdi.
Ne var ki, Ceylan’ın insan doğasını anlatmaktaki başarısını, toplumsal yapıya ilişkin saptamalarında göremiyoruz.Yönetmen, baba-oğul ve diğer aile fertlerini tanıtmakta ne denli başarılı ve inandırıcı ise, toplumsal atmosferin başlıca belirleyicisi olan İslamcı siyasete ilişkin göndermeleri o derece flu ve inandırıcılıktan uzak. Filmin kahramanının (Sinan’ın) düşünce dünyasını etkileyen insanlarla yaptığı konuşmalar son derece soyut, gerçeklerden uzak kalıyor.
Sinan’ın -taşra ölçeğinde- tanınmış bir yazarla yaptığı konuşma, başarılı bir yazar olmak isteyen bir gencin varoluş mücadelesine ilişkin ipuçları taşıyor. Ama nedense, bu ‘tanınmış’ yazarı bize doğru dürüst tanıtmaktan kaçınıyor Ceylan. Günümüz Türkiyesinde böylesine ortadan laflar eden bir yazar kalmış mıdır? Bir aydının hangi taraftan olduğunu birkaç sözcüğü ile anlarsınız. Sinan’ın etkisinde olduğu -ve de belki bu etkiden kurtulmanın yollarını aradığı- ‘muhafazakar’ bir yazar profili çizilseydi, daha inandırıcı olmaz mıydı? Filmin düşünsel arka planına hizmet etmeyen gereksiz uzunluktaki bu sahne, Sinan’ın başarılı olma hırsını anlatmaktan öte başka bir amaca hizmet ediyor mu?
Gerçekçilikten uzaklaşma sorunu, Sinan’ın iki imamla yaptığı yaklaşık yarım saat süren konuşma için de geçerli bana kalırsa. Dindar çevrelerdeki farklı yaklaşımların (sorgusuz sualsiz itaat edenle, İslamın bazı kurallarını tartışabilme cesareti taşıyanların görüşleri) sergilenmesi, Sinan’ın kafasındaki sorulara ışık tutmak açısından doğru ve işlevsel. Ama, bu kadar uzun tutulması gerekli miydi? Çok daha ekonomik biçimde çözümlenemez miydi bu sekans? Ceylan, basın toplantısında ülkemizde aydınların çok fazla ‘alıntı’ yaparak konuştuğunu, bunu filmine yansıttığını söylüyordu. Doğrusu, çok imam tanımadım hayatımda ama Ceylan’ın anlattığı imamlarla tanışmak isterdim. Dostoyevski’den Hz. Muhammed’e, Nietzsche’den Şems-i Tebrizi’ye referanslarla konuşan...
Filmin kahramanı, yayınlamaya çabaladığı “Ahlat Ağacı”nı bir “meta-roman” olarak niteliyor. Ceylan da, bir film-roman yapmış. Roman okurken, aklınıza takılan birşey olunca geri dönüp, tekrar okuyabilirsiniz, ama filmde bu mümkün değil. Tekrar izlemeniz gerekiyor. “Ahlat Ağacı” tekrar izlemeden zevk alacak ‘sinefil’ bir izleyici kitlesini hedefliyor besbelli. Oysa, ele aldığı temalar o kadar önemli ki, geniş kitleleri de cezbedebilseydi diye düşünmeden edemiyor insan.
Filmin senaryosu, yönetmenin çocukluk yıllarından tanıdığı bir öğretmenin, Akın Aksu’nun yaşam öyküsünden kaynaklanmış. Aksu, filmde co-senarist olmanın (Nuri Bilge ve Ebru Ceylan ile birlikte)yanısıra, oyuncu olarak da yer alıyor. Filme ilişkin tek sorunum ise, şu ana dek anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere, senaryoya ilişkin. Senaryodaki sizünü ettiğim bazı sahnelerden fedakarlık edilebilirdi pekala. Ana temaya (baba - oğul ilişkisine) hizmet etmeyen sahneler bunlar ve filmin bütünlüğüne zarar veriyor bana kalırsa.
Ceylan’ın mizansen ustalığı, mekan duyarlığı her sahnede kendini belli ediyor. Görsel açıdan da kusursuz bulduğum (Gökhan Tiryaki, Ceylan filmlerinin olmazsa olmazı zaten; son derece uyumlu çalıştıkları filmlerden anlaşılıyor) filmin belki de en başarılı yanı, oyunculuklar. Ceylan ve ekibi (yapımcısının, kasting direktörünün hakkını teslim edelim) her rol için en doğru oyuncuyu bulmuşlar. Yalnızca başrolleri paylaşan Cemcir ve Demirkol değil, Hazar Ergüçlü, Serkan Keskin, Bennu Yıldırımlar, Tamer Levent, Kadir Çarmık, Öner Erkan, Kubilay Tuncer, Ahmet Rıfat Şungar, Özay Fecht, hepsi de çok başarılı. Tüm kadro için En İyi Takım Oyunculuğu ödülü yaratırdım, Jüride olsaydım.
Sonuç olarak diyebilirim ki, Nuri Bilge Ceylan büyük bir risk almış bu denli ‘edebi’ bir senaryo ile yola çıkarak. Hedefini daha küçük tutup, paletinde kullandığı renklerde tasarruflu davransaydı, Altın Palmiye’yi alması işten değildi. Zaten bu biçimiyle bile eleştirmenlerden yüksek notlar almayı başardı. Ceylan’a bu tavizsiz yolculuğunda başarılar dileyerek bitirelim.