Bir kez daha Cannes’dayım. Festivalin 72 yılının sanırım yarısına tanık olmuş bir yazar olarak, nelerin değiştiğini, nelerin değişmediğini paylaşarak başlayayım. Öncelikle, sinema dünyasındaki öneminin giderek arttığını söylemeliyim. 50’li yıllarda dünya basınına -yalnızca bizde değil, tüm ülkelerde- plajda boy gösteren ‘starlet’lerin fotoğrafları ile yansıyan festival, artık dünya sinemasının ‘Kabe’si kabul ediliyor, hangi açıdan bakarsanız bakın. Sinemayı bir sanat dalı olarak kabul edenlerin açısından da böyle, bir endüstri olarak, para kazanma aracı olarak görenler açısından da...
Cannes’ın, 68’de solcu genç sinemacıların protestoları ile kendine geldiği söylenebilir. 68’in ardından, Fransız Yönetmenler Birliği tarafından ‘Yönetmenlerin On Beş Günü’ adlı yan bölümün, sonraki yıllarda ‘Eleştirmenler Haftası’nın ortaya çıkması, ‘Sanat Sineması’nın görünürlüğünü artırırken, ana yarışmanın da derlenip toplanmasına neden oldu hiç kuşkusuz. O yıllardan bugüne, yalnızca iki direktör görev yaptı (zaten görevi bırakan da, Onursal Başkan olarak gene kurumsal yapının içinde). Bizdeki gibi, gömlek değiştirir gibi düzenleyiciler değişmiyor.
Denge politikası, Cannes Festivali’nin en belirgin özelliği diyebilirim. Sinema endüstrisinin gösterişli yapımları da yer alıyor programda, sanat sinemasının en zor, en deneysel örnekleri de. Godard da ödüllendiriliyor, Tarantino da... Elbette, bunun nedeni jürilerin oluşumunda çok özenli davranılması. Hiçbir görüşün jüri üzerinde hakimiyet kuramaması, kültürel çeşitliliğe önem verilmesi...
Bir zamanlar, hep erkeklerin egemenliğinde olan jürilerde artık kadın erkek eşitliği aranıyor. Sinema dünyasındaki yeni yaklaşımlar kendine yer bulurken, bazı konularda direncini koruyor festival. Örneğin, sinema pazarındaki payı giderek artan Netflix yapımlarına yer verilmiyor festival seçkisinde (iki yıl önce “Okja”yı programa alan Direktör Fremaux, sinemacıların ve eleştirmenlerin tepkileri sonucu, bu tavrından geri adım attı.)
Cannes’da Yarışma Jürisi’nin bu yılki kompozisyonunda, sözünü ettiğim dengelerin korunduğunu görüyoruz. Başkan dışında, dört kadın ve dört erkekten oluşuyor. Kültürel çeşitlilik açısından da diyecek yok. Meksika, Yunanistan, İtalya ve Polonya’dan usta yönetmenler, Jüri Başkanı Alejandro Gonzalez Inarritu, Yorgos Lanthimos, Alice Rohrwacher ve Pawel Pawlikowski, Amerikan bağımsızlarından Kelly Reichardt. Fransız üyelerin çoğunluğu farklı kültürlerden: Burkina Faso kökenli oyuncu-yönetmen Maimouna N’Diaye, Yugoslav kökenli çizgi roman yazarı Enki Bilal. Üçüncü Fransız ise, Altın Palmiye’li Robin Campillo. Jürideki tek ‘star’ ise, genç kuşağın başarılı oyuncusu (henüz 21’inde) Elle Fanning. Dokuz üyenin beşinin usta yönetmenler olması bir yenilik. Bazı yıllar oyuncular ağırlıkta oluyordu. Sonuç olarak, Cannes tarihinin en parlak jürilerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Umarım, sonuçlar beni doğrular.
Festivalin ilk günü, jürinin basın toplantısı ile başladı. Elbette, soruların çoğunluğu, Meksikalı yönetmen Inarritu’ya yöneldi. 2000 yılında “Amores Perros” (Paramparça Aşklar Köpekler) ile Eleştirmenler Haftası Ödülü’nü kazanan, 2003’de “21 Gram” ile eleştirmenlerin yanı sıra seyirciden de büyük ilgi gören, 2006’da “Babil” ile Cannes’da En İyi Yönetmen seçilen Inarritu, dört kez da Oscar’ın sahibi oldu. 2015’te “Birdman” ile En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini, 2016’da “Diriliş” ile bir kez daha Yönetmen ödülünü, 2018’de “Carne y Arena” adlı enstalasyonu ile Özel Başarı Ödülünü kazandı. Cannes Jürşlerinin Latin Amerika’dan gelen ilk başkanı olması tesadüf değil.
Inarritu’nun Jüri Başkanı seçilmesinin politik bir anlamı da var elbette. Donald Trump’ın Meksika sınırına örmek istediği duvara karşı bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Inarritu, bu tahmini güçlendirecek şeyler söylüyor:
“Çok kültürlü bir toplum içinde geçti çocukluğum. Tıpkı, Fransa’da yaşayan Cezayirlilerin ne hissettiklerini bilebiliyorum. Amerika açısından da kültürel çeşitlilik bir şans, bir zenginlik, ama bazı politikacıların bu gerçeği anlamadıklarını görüyorum.”
Basın toplantısında, Trump’ın Meksika sınırına duvar örme kararını “yanlış, zalim ve tehlikeli bir karar” olarak nitelendirdi. “Sorun, cehaletin egemen olmasında. Milliyetçiliğe yaslanıp, insanları izole etmek büyük bir yanlış. Dünyada olup bitenlerden çok kaygılıyım” diye eklemeyi ihmal etmedi. Jürinin politik tercihlere, ya da yönetmenin ününe değil, sanatsal ölçütlere bakarak karar vereceğini söyleyen Inarritu, ustalarla gençlerin yan yana yarıştığı Festival seçkisine değinerek, “zor ama tutkulu bir görev var önümüzde” diyordu. Bu arada, festivalin Netflix yapımlarına ilişkin kararını da savunmaktan geri durmadı. “Film izlemek topluca yaşanan bir deneyimdir. Sinemayı salonda izlemek gerekir” sözleri, basın toplantısını izleyen sinema yazarlarının alkışlarıyla karşılandı.
Diğer jüri üyeleri de, yarışma seçkisindeki çeşitliliğe vurgu yaparak, farklı coğrafyalardan gelen, farklı içerik ve biçimlere sahip filmleri değerlendirmenin kolay olmayacağını vurguladılar. Alice Rohrwacher, “Duygusal bir yolculuk olacak bu bizim için. Çok zengin bir sofranın karşısındayız. Filmleri izlerken değişeceğimizi, büyüyeceğimizi düşünüyorum” derken, Yorgos Lanthimos, “Üzerimizde büyük bir sorumluluk var. Filmleri izlerken, ön yargılardan arınmak zorundayız. Kendimize, izlediklerimize farklı açılardan, farklı bir gözle bakma şansını tanımalıyız” diyordu. Pawlikowski de, “Her film, dünyanın güzelliğini ve karmaşıklığını yansıtan özel bir deneyimdir” diye ekliyordu.
Cannes Festivali Resmi Programı’nda, 21 film içeren ana yarışmanın yanı sıra, dünyanın farklı kültürlerinden gelen yapımlara ağırlık tanıyan “Un Certain Regard” (Belirli Bir Bakış) bölümünü de içerir her yıl. Ama bu yıl, ana yarışma da son derece zengin bu açıdan. Senegal- Belçika- Fransa ortak yapımı “Atlantik”, Brezilya-Fransa ortak yapımı “Bacurau”, Portekiz-İspanya yapımı “Frankie”, İspanya’dan (Almodovar ustanın imzası ile) “Acı ve Zafer”, Fransa-Belçika ortak yapımı (iki kez Altın Palmiye kazanan Dardenne kardeşlerin) “Genç Ahmed”, İtalya-Fransa ortak yapımı (Bellochio’nun yeni filmi) “Hain”, Romanya’dan Cornel Por “Gomera”, Avusturya-Almanya-Britanya ortak yapımı “Küçük Joe”, Filistin’den (Elia Suleiman’ın yaptığı “Cennet Olmalı”nın bir ortağı Türkiye’den), İtalya’dan, Kanada’dan, Çin’den, Güney Kore’den gelen filmlerin yanı sıra, Britanya sinemasının usta yönetmeni Ken Loach’un yeni filmi “Sorry We Missed You”, Amerikan bağımsız sinemasının iki ustası Jim Jarmusch ve Terence Malick’in yeni filmleri gelecek önümüze. Gerçekten de zengin bir menü... İzleyip, paylaşırız...