Paris’i nasıl bilirsiniz? Yani gitmiş olsanız da olmasanız da muhtemelen bir fikriniz vardır. Ben türlü türlü bilirim, mutlu zamanlarım da geçmiştir, “en mutlu” zamanlarım da. Fakat bir süredir aklımda olan şu: 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, biri işgal, ikisi kısa süreli “ayaklanma” olan üç kesinti hariç, Paris bugünün insanının getirildiği veya sürüklendiği yeri anlatır.
Anlatayım o zaman; Walter Benjamin’in “Paris: 19. Yüzyıl Başkenti”nin bir teşhisiyle başlayarak: “Stratejik süsleme”dir Paris. Neden? 19. yüzyıl ortalarından sonra başlayan “kentsel yenilenme” ile Paris gerçekten süslenmiş, daha sağlıklı, daha cezbedici, daha çekici, daha temiz, daha düzenli olması yolunda 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna kadar müthiş bir imar-yenileme şehri olmuştur. Aynı zamanda da “ayaklanma ve devrimleri önlemek” üzerinde temellenen bir “cadde-bulvar” mimarisiyle. “Stratejik” olan budur.
Neden “bugünün insanı” benzetmesi? Çünkü sağlık, hijyen, eğlence, hoşça vakit geçirme, oyalama, güzellik, sanat gibi “normlar”la ve elbette her büyük ve parlak kent gibi etrafında, kıtasında ya da dünyasında onca yoksulluk varken “özenen, bezenen, özenilen” bir “şahsiyet”tir kent. Aynı zamanda “stratejik” olarak birbirinden kopartılan, ayrıştırılan, bireylik dışında, bireyselleştirme ameliyesinin nesnesi olan bir “şahıs.” Dayanışma, direnme, ayaklanma ve bunu kitlesel olarak, bazen kendiliğinden bazen örgütlü olarak yapma kabiliyetinden uzaklaştırılan “insan.”
“Dünyayı ya da ülkesini değiştirme” tutkusu veya öfkesi parlayabilen ve çok sayıda ortak, yoldaş, arkadaş, omuzdaş bulabilen insanların, ki hoşnutsuz, ezilen, yoksul ya da yoksullaştırılan kitleler ve kesimlerdir öncelikle; bu “tehlikeli” sulardan ve birbirinden uzaklaştırılma süreci.
Aynı zamanda “bireysel sağlık, bireysel olarak iyi hissetmek, bireysel olarak kendini geliştirmek, bireysel olarak iyi yaşamak” imkânı ve arzusu bulunanların “toplu halde değiştirme” ihtimallerinden uzakta oyalanması. Bir önceki paragraftaki kitlelerle muhtemel bağlarının da koparılması.
Bugünün hijyen, sağlıklı yaşam, gelişmiş zevkler, ince tutkular evreninde; kişi ülkesinden yakınıyor olsa da iyi yaşamın eğitim, varlık, ihtiyacın ötesinde tüketim imkanlarına sarılan insan, genellikle birbirine sarılmayı unutur. Telefonla oynaşsa yeter! Çünkü dünya her şeye rağmen tatmin edicidir. Elbette sorunları olan, ama “zevk veren Paris”tir.
1789 mirasını daha öteye götürmek isteyen, işçi odaklı ve sosyalist renkli 1830 ve 1848 ayaklanmaları ya da “devrimleri” Fransa’nın giderek palazlanan burjuvazisini, zengin sınıfları endişeye sevk etmişti. 1789 Kral’ı devirip giyotine göndererek cumhuriyet tesis etmişti ya… genellikle unutulur, 1848 Şubat Devrimi de kralı (Louis-Phillippe) devirip yine cumhuriyet kurmuştu. O boşlukta, hayatının çoğu yabancı ülkelerde geçmiş, bir ara “Yeni Osmanlılar”ın bir kısmı gibi İtalyan “Carbonari” örgütünden etkilenmiş yeni bir Napolyon çıktı.
Louis Napolyon devrim ve kral sonrası, ilk doğrudan seçimi yüzde 74 gibi müthiş bir oyla kazanıp cumhurbaşkanı olduktan sonra… ikinci yıl da seçilmek istemiş, ama iki kez üst üste seçilme yasağına karşı “darbe” yaparak iktidarda kalmayı seçmişti. 10 Aralık 1848’de seçilen “yeğen” Napolyon, 2 Aralık 1951 darbesiyle yine iktidar oldu; bir yıl sonra da İmparator.
Marx’ın en iyi tarihsel analizlerinden “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’indeki teşhisindeki Napolyon: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: İlkinde trajedi (Napolyon Bonapart), ikincisinde komedi olarak…” Yani bu Napolyon.
İşte yeğen Napolyon, Son İmparator, Paris’in yenilenmesi, temizlenmesi için köklü yıkım ve yapım için Baron Haussman’ı görevlendirir. Öncelikle 1830-48 arasındaki 7 ayaklanmanın yatağı olan, halkın isyan barikatları ve taşlarla bile orduyu püskürtebildiği dar sokaklar yıkılır, caddeler genişletilir, işçi sınıfı ve yoksullar “piyasa şartları”yla da kent merkezinden sürülür. Paris “günümüz insanı” ya da “bir kısım insanı” gibi hijyenik, sağlıklı yaşama özenen, güzellikle bezenmiş bir kent olma yoluna girer. Ayak takımı ayaklanmayacak ama zevk sahibi ayaklar kenti arşınlayabilecektir. Kent bireyleri kucaklayacak, kitleleri uzak tutacak ya da enterne edecekti.
(Parantez: Buna rağmen 1871 Komünü, en devrim gibi devrim belki de, mümkün olur. Çünkü ordu Prusya ile savaştadır. İmparator orada esir düşer. Ordu döner. Silahı da az olan Paris Komünü yalnız kalır. Kan banyosunda ezilir. O dönemden bugünün Paris’ine, şahane mimari miras ve 68 olayları dışında ayaklanmama terbiyesi, elbette Nazilere geç de olsa direniş, Hitler’in bile son ana kadar korumak istediği tarihi güzellik, Hitler emretse de işgal komutanının kente döşenen patlayıcıları ateşlememe iradesiyle korunan binalar kalır! Bize de büyük 1870 yangınından sonra Paris’e özenerek yeniden inşa edilen Pera-Beyoğlu, Louis Napolyon’u Paris’te ziyaretinden bir süre sonra devrilen ve intihar eden ya da öldürülen Padişah Abdülaziz döneminden “darbeci gelenek” ile “darbe korkusuyla istibdadı seçen Abdülhamit ve dünkü, bugünkü mirasçıları kalır.)
1871 Komünü
20’inci yüzyılın başlarındaki devrim ve ayaklanma dalgası, Sovyet Devrimi, yenilen Alman Devrimi, Orta Avrupa’daki büyük grevler, çöken imparatorluklar, İtalya’da fabrika ve toprak işgalleri, İrlanda bağımsızlık ateşi, Fransız donanmasındaki askerlerin isyanı, ABD’de grevler ve ırkçılığa karşı mücadelenin başlaması, Hindistan’da “İspanyol Gribi” salgınında sömürgeci İngiltere’nin milyonlarca insanı ölüme terk etmesiyle şiddetlenen “silahlı” bağımsızlık mücadelesi, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu, sömürgelerde bağımsızlık ideali vb. ile sürekli kaynama “insanın insandan ayrıştırılması” arzusu yahut “milliyetçi, ırkçı, itaatkar, faşist” saflara dizilmesi sürecini de getirecekti.
21’inci yüzyıl bunun “mükemmel” bir uyumunun reenkarnasyonu olarak idrak ediliyor bir bakıma. Her türlü faşizan iktidar ve partinin idolü ve dostu Trump da bunun simgelerinden. Elbette Orta Doğu’ya da “dinci faşizanlık ve baskı, düştü. Müslüman despotlar evet, İsrail de öyle! Tahakküm ve kimlik kibri sardı dünyayı. Bireysel olarak, imkânı bulunanın kendini “Paris” gibi hissettiği pembeye de boyanan bir dünyada!
“Ayrıştırma” insanı insandan koparmak kadar, acıları da ortaklaştırmamak, farklı itiraz ve isyan biçimleri ya da ihtimallerini bir “barikat”ta buluşturmamak, ama bireysel hayata sıkı sıkı sarmak ve sarılmakla sürüp gidiyor. Cesurlar elbette var, ama cesur kitleler yok; istisnai anlar ve günler dışında. Şahanesi bir yana, zor da olsa “hayatı sevmek” kendi hayatını sevmek ve korumak, ömrünü uzun tutabilmek, “tehlike”den korunmak ya da bulaşmamak şeklinde tezahür ediyor.
Birçoğumuz kendi dünyamızda bile “Hausmann’ın stratejik süslemesi”ne kapıldığımız bir hayata tutunuyoruz; kitlelerden yana bir tehlikenin büyük ölçüde bertaraf edildiği, bizzat kendimizin de zaten kendimizi “her türlü bela”dan uzat tutmaya çalıştığı bir hayat işte!
Oysa zeytin de saldırıya uğruyor, sokak köpeği de. Çocuklar da kadınlar da. İşçiler de emekliler de. Yoksullar da eğitim yollarında ve sonunda hayal kırıklığına uğrayanlar da. Hayat tarzı da hayatta ve ayakta kalma imkanları da. Özgürlükler de haklar da. Kimlikler de kişilikler de. Dün de bugün de gelecek de. Telkin edebildikleri, saldırıları gerekçelendirdikleri din ve millet, milliyet. Oysa hayat; seçimlerimizin özgürlüğü, acıların kardeşliği, dayanışma ve el uzatmanın gerekliliği, yüreklerimizin cesareti, aklımızın vicdanımızla buluşmasıyla mana kazanır.
Oscar Wilde mı demişti: “Hepimiz ‘şeyin’ içindeyiz ama bazılarımız yıldızlara bakıyor.” Ben demedim sonuçta!
“Kendini sevmek” yeterli mi gülüm!
Umur Talu kimdir?Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu. |