İzmir'in Selçuk ilçesinde, evde çıkan yangında 5 kardeş hayatını kaybetti
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım
büyümez ölü çocuklar.
Başbakan, “Ertuğrul” filmi galasında Nazım Hikmet’in bu dizelerini okudu… Epey insanî, duygulu konuşmaydı.
Ve doğruya doğru: Hakikaten büyümez ölü çocuklar!
Çünkü o sıra Başbakan’ın ülkesinde, bir haftadır sokakta, kıvrılmış cansız yatan 11 çocuklu annenin az biraz ötesinde, henüz çocuk bile değil, daha yaşını doldurmamış, daha ayları anca sayılmış bir bebek de uzanmıştı.
Kim gördü, kim duydu, kim şiir yazdı, kim hislendi? Öyle ya, şiir şöyle başlıyordu:
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Ne yapalım şimdi? “O şiiri okumayın” mı diyelim? “Nazım’ın orada ne işi var” diye mi söylenelim? Diyeceğimiz şudur: Çocuklar öldürülmesin, ölmesin. Şeker de yiyebilsinler!
Yukarıdaki satırları 2015’te yazmışım, yine içinde “ölü çocuklar”ı yaşatmaya çalıştığım bir makalede. Onlar ölmüş, biz yazmışız; yazmışız biz, ölmüş onlar!
9 yıl geçmiş ya üzerinden, o şiir okunurken Berkin Elvan zaten öldürülmüş; çoktan ölüymüş atölyelerde çırak çocuklar; tarlalarda mevsimlik işçi çocuklar çoktan ölüymüş; Güneydoğu’da zırhlı altında kalan, oyuncak diye sarıldığı el bombasıyla parçalanan çocuklar çoktan ölüymüş; 12 yaşında 13 polis mermisiyle ve ayağında terlikleriyle evinin önüne düşen Uğur da, annesi babası onun kemiklerini ararken bu dünyaya veda eden, bir karakolda gözaltında yok edilmiş Seyhan çoktan ölüymüş; “terör kurbanı” Ceylan çoktan ölü, pazar yerinde artık marul yaprakları toplarken ezilmiş çocuklar ölüymüş çoktan.
9 yıl geçmiş, Başbakanlık sistemi tek adamlığa dönüşmüş; tek adamın çocukları büyümüş, ok filan atmış. “Bir şiir okuduktan” hemen bir yıl sonra zaten, Adana’da bir tarikatın yurdunda 11 çocuk daha yanmış. Hiroşima gibi; “ölüm” çocukların yakasını bırakmamış, bırakmamış. Bu topraklardakiler yetmemiş, mesela depremde, iktidar korumalı bir İsias’ta Kıbrıslı çocukları gömmüş, bu ülkenin bitmeyen, radyasyon gibi bedenden bedene, kaderden kadere, kederden kedere koşturan Hiroşiması! Su kanalından çocuklar çıkmış, baraj gölünden çocuk cesetler, yangınların küllerinde çocuklar, kendilerinin seçmediği din eğitimindeki çocuklar bir piknik neşesine sarılırken ölmüş ölmüş, kanka holdingin baraj suları boşaltılmış da bir başka piknikte kardeşleri alıp sürüklemiş.
Biz bunların çoğunu görmüş, bazen görmezlikten bazen umursamazlıktan, bazen görüp umursayıp hafızasızlıktan unutmuşuz. Babasız büyümüş çocuk, çocuklarıyla büyümüş babayım ya, belki o yüzden, belki aklımın, kalbimin, kalemimin acılarla kardeş olma çabasından, yaptığımız işin manasının başka ne olabileceği sorusundandır; yazmışım, yazmışım, öleyazmışım onlarla. Çocuk kaybının ne olduğunu belki onlarla öğrenmiş, öğrenmiş, unutmamışım. Kendi çocuklarım için geriye özetle şu kalmış o çocukları yaza yaza: İyi olsunlar, mutlu umutlu olsunlar, yüreklerinin götürdüğü yere gidebilsinler.
O yüzden işte, farklı farklı gazetelerde ve böyle mecralarda; o çocukların hepsi çocuğum olmuş sanki. O yüzden işte, onca yıl geçse, dere onca yıldır onların hatırasını sürüklemiş yok etmiş olsa da, Ceylanpınar’da süt sağmaya götürülürken kamyonet kasasından dereye uçurulan minicik kızlar aklımdan, kalbimden, yazılarımdan yok olmayan “Süt Çocuklar” kalmış. O yüzden işte, ekmek peşindeki ailenin pazar yerinde marul yaprağı toplayan çocukları “Marul Çocuklarım” olmuş. O yüzden işte, mayınlara kurban edilmiş olanlar, “Mayın Çocuklar” patlayıp durmuş kalbimde.
Fakat hangi birini sığdıracağız, siz söyleyin, yüreğimize, aklımıza? “Çocuklar ölmesin” diye şiiri pek güzel okuyanın ülkesindeki Narin çocukları, önlerinde kendini yoksulluk ipine asmadan önce, bebek kardeşini ısıtabilsin diye annesinin eline saç kurutma makinesi tutuşturduğu minik çocukları, İzmir gibi “gelişmiş” kentte, ayrılmak isteyen karısından intikam diye bir babanın pikniğe götürüp kurşuna dizdiği çocukları, işte benim bu yeni şehrimde, daha yeni, ev demek mümkün olmayan hanede, tutuklu babanın, çöp toplamak zorunda kalan annenin yokluğunda belki de sarmaş dolaş yanan, boğulan beş çocuğu. Cezaevlerine birer suçlu gibi anneleriyle tıkılmış onca çocuğu.
Sadece şiir okusak kolay belki: “Çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsin” der, geçeriz. Aile Bakanı olsak, hatta o makamlarda kadın, hatta anne bile olsak, “Her şey parasızlık yüzünden değil” der, görev ifa ederiz. Değiliz ki. Aklımıza, kalbimize, öfkemize sığdırmaya çalışıyoruz, ancak ölü olduktan sonra çocuklar. Orada yatıyorlar, orada yanıyorlar, orada paramparça oluyorlar durmadan. Sonra unutuluyor, kocaman bir çocuk kabristanında, devasa bir hafızasızlık mezarlığında, “ölü çocuklar ülkesi”nde birbiri üzerine gömülüp toprak oluyorlar. Neydi, nasıldı? Üstüne bastığım toprağı tanıyacak, unutmayacaktık altında yatanı!
9 yıl sonra o yazımın girişini değiştiriyorum; “yetkili, sorumlu”ya hitaben ve “büyümeyen ölü çocuklar”la birlikte: Nazım’ın orada ne işi var! Siz o şiiri okumayın! Sadece utanın, utanın, utanın! İster “tek yetkili” ister ana, baba olarak.
Umur Talu kimdir?Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu. |