Yok, yok, bu günlerin "küçük" insanlarından, gazeteci kılıklılarından söz etmeyeceğim. Yakınmayı bırakıp bu hallere nasıl düştük diye soracağım. "Tuzu kuru" ağabeyler nasıl "mış" gibiyi oynadılar yıllarca, nasıl göz göre içinde yaşadılar kokuşmuşluğun... Velhasıl kendimi de içine atıp günah çıkaracağım…
Yıl 1995. Demek ki aradan yirmi yıl aşkın bir zaman geçmiş. Cumhuriyet Gazetesi'nde muhabirim. Çok kötü günlerdi. Medya medyalıktan çıkmış, ticaret savaşları yaşanıyor, kan gövdeyi götürüyordu. Abartmıyorum, hiç unutmam rahmetli Savaş Ay, yaptığı A Takımı programına "kanlı değil, canlı yayın" anonsuyla başlıyordu.
O ölümüne kupon savaşları, tencere, tabak verme yarışları, gazeteci kılıklıların sonradan batan banka reklamlarındaki "afili" duruşları. Her yılbaşı öncesi parti parti sokağa atılan biz çalışanlar. Say say bitecek gibi değil.
Gördüklerimden, yaşadıklarımdan, tiksindiklerimden oturup bir kitap yazdım. Medya, devlet ve sermaye üçgeninin yarattığı ortamı Babıtelli adını verdiğim kitapla paylaşmak istedim. Kimseler basmaya yanaşmadı. Şimdiki Agora Kitaplığı'nın yöneticisi Osman Akınhay, zor maddi şartlarında bastı kitabı. Hatta bazı milletvekilleri TBMM'de gidişatın kötülüğünü anlatmak için kitaptan alıntılar yaptılar. Kayıtlara geçti.
Haber içeriklerini holdinglerin ekonomik çıkarları, siyasal tercihler belirler olmuştu. Tiraj yarışlarına boğulan gazetecilik kendi kadrolarını yaratmış, ilkesiz, kayıtsız, saygısız bir kuşak kendilerini dünyanın hakimi sanır olmuşlardı. Mesleğine saygılı bir avuç insanın feryatları duyulmaz olmuş, meydan paradan başka sınır tanımayan "yükselen değerlere" kalmıştı.
Üst kademedekiler "kral hayatı"nı çok sevmiş, gözleri neredeyse kör olmuştu.
Kötü gidişata karşı önce üniversiteler ayağa kalkmış, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, çalışanlara "direnin" çağrısı yapacak boyuta gelmişti yaşananlar.
Kimse tınmadı…
Çalışanları yalnızlaştırmak, baskı altına almak için yeni yollar devreye sokuldu. İlk iş sendikayı medyadan söküp atmak, örgütlenmeyi çökertmek oldu. Sendikasızlaşmanın öncülüğünü de bugünlerde ahkam kesmeyi sürdüren hala her konuya maydanoz olan o yılların ünlü genel yayın müdürü üstlendi. Göğsünü gere gere, " Sendika bizim aleyhimize oluyor" demeçleri verdi. Keyfi gıcırdı, rahatı beyde yoktu. Doksanlı yıllarda Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Tercüman gazetelerinde çalışan herkes sendikalıydı. Emir yüksek yerden gelince bir gecede sendikadan kaçış başladı. Direnenler de kendilerini kapının önünde buldu.
Sabah grubu kapılarında sendika nöbeti tutanların önünden geçen ünlü yazarlar neredeyse gözlerini kapattılar. O gencecik çocukları yok saydılar.
Yıllarca ama yıllarca gözleri önünde yaşanan kıyımları, insanlık dışı uygulamaları, "al takke ver külah" muhabbetlerini görüp hiçbir şey olmuyormuşu oynayanlar, en küçük eleştiride "sarı basın kartı bile olmayanları kale almam" diyenler ne zaman ki kendilerini kapı önünde buldular o zaman şaha kalktılar. "Sevgili okur bak bize neler yaptılar, unutma bizi" kitapları döktürmeye başladılar.
Oysa güzel bir söz vardı: "Görüyorsan içinde yaşayamazsın…"
Hem görüp hem hiçbir şey yapmayan, köşelerinde çalışanların uğradığı gaddarlıklarla ilgili tek satır yazamayan anlı şanlı "ağabeylerin" bugünleri yaşamamızda büyük payları vardır. Ve onlar hala ahkam kesmeyi sürdürüyorlar.
Örgütsüz kalan medya çalışanını her an işten atılma korkusu sardı. Patrona yakın üst düzey çalışanların etrafında bir yalakalar kümesi oluştu. Zavallı ecirler, patrondan çok o yalakalardan çekti ne çektiyse. "Yukarıdakilerin" hayatı güzelleştikçe aşağıdakiler kara günler yaşamaya başladı.
Bir kitap yetmedi, ardından "Komedya"da devamını getirdim. O da yetmedi, "Medyatelli"de çürümüşlüğün boyutlarını paylaşmaya çalıştım. Tarihe kalsın istedim. Bugün yüzü kızarmayanların torunları okusun, dedelerinin pejmürde hallerini görsün istedim.
Bugünlere böyle geldik…
Şimdi mi?
Şimdi her şey daha kolay. Gazetecilikle uzaktan yakından alakası olmayanlar doldurdu her yeri. Korktukları kim varsa onlara yüksek dozda yalakalık yapıyorlar, yağcılık yapıyorlar. Hedef gösteriyorlar. Başbakan'ın, Cumhurbaşkanı'nın uçağına binebilmek için kendilerini telef ediyorlar. Bir aferin uğruna insanlıktan çıkıyorlar. "Şunlar, şunlar atılmalı" fetvaları veriyorlar. "Hain" listeleri yapıyorlar.
Sevgili Can, beterin beteri, çukurun çukuru varmış…
Bugün yaşadıklarımız, dünün bize mirasıdır.
Kaç deklarasyona, etik bildirilerine imzalar atıldı ve uyulmadı. Kaç kez "tövbe" denildi unutuldu, kaç kez…
Oysa yalnızca Fransız Gazetecileri Ulusal Sendikası'nın taaa 1919 yılında ortaya koyduğu, "Gazetecilerin Mesleki Görev şartnamesi"ne göz atmak yeterliydi. Birkaç maddesini paylaşayım:
- Her türlü iftirayı, delili olmayan suçlamayı, belgelerde tahrifat yapmayı, olayları değiştirerek sunmayı ve yalanı mesleki hataların en büyüğü olarak algılar.
- Yalnızca mesleğine yaraşır görevleri kabul eder.
- Basın özgürlüğünü kendi çıkarı uğruna kullanmaz.
- Kendi konumunu polisin konumuyla karıştırmaz.
- Ticarete ya da paraya değgin hiçbir reklam metnine kendi adıyla imza atamaz.
Nasıl ama…
Bizim medyayı çağrıştırıyor mu?
Gazetecilik adına ne varsa tersi yaşanıyor bugün medyamızda. Gerçek gazetecilere yer yok bu kokuşmuşlukta. Hala direnenler büyük baskılar altında ya da kapı önünde.
Dünküler görmezden, duymazdan geliyordu.
Bugünkülerin dayanılmaz kokulara burunları tıkalı...