Analarımızın duygu dünyalarına hiç bakmamışız hiç görmemişiz; "derinlerine" dalamadan toprağa vermişiz...
Yazık olmuş...
Gençlik yıllarında "mutlu son"a ulaşamayan sevdalılar, yaşlılık dönemlerinde bir kez daha denemeye kalkıyorlar. Vay başlarına gelenler...
İstanbullu Gelin dizisinde yaşlıların son demlerindeki güzellikleri çok ilgimi çekti. İzleyenler bilir.
Üç koca oğlan çocuğu, analarının durumunu bir türlü içlerine sindiremiyor, ıkınıyor, sıkınıyorlar ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Kolay değil, analarını babalarından sonra başka bir adamın yanında görmek, biraz hazmı zor gibi...
Oğlanların içinde en romantik olanı Osman bile ne diyeceğini bilemiyor.
Ne düşündüğünü soranlara da Osman'ın yanıtı ilginç:
"Kabul etmek başka, kabullenmek başka..."
Kareler önümden akarken, kendimle debeleniyordum. Ben olsam ne yapardım? Sağa dön, sola dön, bir türlü olmuyor. Sonuçta başıma gelmediği için neredeyse sevinir buldum kendimi.
Ama yine de kaçıp kurtulamadım.
Anamla, çocukluk, gençlik, orta yaşlılık günlerine gittim. Ne tuhaf, ne kadar gereksiz "dünya hali" varsa hepsini konuşmuşuz. Güzelim Girit sofralarından kalkarken, "beğendin mi oğlum" sözleri bile tane tane aklımda.
Bir şey, tek bir şey aklıma hiç gelmemiş. Onca koşturan, yakınmayan, yorgunluğunu, parasızlığını hiç çaktırmayan anamın hangi ruh hallerinde yaşadığını hiç düşünmemişim, aklıma bile gelmemiş. "Anam" demişim hepsi bu. Sonra götürüp toprağın koynuna vermişim.
"Çağdaş" ülkelerin analarıyla bizim analarımız farklı. Biz oğlan çocukları da farklıyız. Oralarda herkes kendi hayatını "dilediği" gibi yaşıyor. Biz, başkalarının hayatını yaşıyoruz.
Okuyanlar bilir. Orhan Pamuk'un o güzel romanı, Masumiyet Müzesi, "Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum" diye başlar.
Zaten mutluluk da geride bıraktığımız anılarmış gerçekten, önümüze tuttukları havuçların peşinde koşturmak değilmiş.
Ben de kendime şöyle çevirdim: "Hayatımın en salak zamanıymış bilmiyordum" AncakA bu yaşa gelince ayılmışım, geç kalmışım...
Hadi ben geç ayıldım. Zamane hayatı çok mu matah?
Bırakın analarımızın duygu halini, birbirimizi görecek, duyacak, anlayacak takatimiz yok.
Hele iletişim çağındayız ya, değmeyin keyfimize. Ellerde akıllı telefonlar. Kelimeleri tam olarak yazmak bile zorumuza gidiyor. Üşeniyoruz. Selam yerine "slm" yetiyor. Bir de gülücük koyduk mu tamam.
Akıllı telefonlara bulaşmadan önce, bilgisayarlarımızın başına geçer, düşünür, yazardık. Sonra bilgisayarlarımızı kapatır ve normal dünyamıza geçerdik.
Akıllı telefonlarını kapanlar messenger'li, whatsapp'lı, ınstagram'lı dünyalara göç ettiler. Kelimelerin de sözlerin de anlamını yitirdiği bir zamana vardık. Tıpkı Murathan Mungan'ın dillendirdiği gibi:
"Bazı insanlar bir kelime darbesiyle ölürler. Şimdilerde ise değil ölmek, kimseye tek bir mana bile söylemiyor kelimeler."
Birbirlerinin gözlerine bakacaklarına, ellerindeki "teknolojiye" dalanlar, sanırım uzun yıllar sonra, "Ne kadar salakmışım, bilmiyordum" diyecekler. Onlar da geç kalmış olacaklar.
Meramını anlatmak için emojilere sığınanlar, bir şeyler yazmaya üşenenler bir gün doğru dürüst konuşmayı da unutacaklar. Unuttular bile.
Ve onlar, İstanbullu Gelin'deki o yaşlı sevgililerin hazzını hiçbir zaman yaşayamayacaklar. Hatıraları da olmayacak.
"Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum" gibi bir tümce akıllarına bile gelmeyecek...