Ümit Otan

14 Mart 2016

Elli yıllık masal: Nükleer santral...

Korkarım, dün radyasyona karşı çıkanlara "dinsiz" diyenler, bugün "vatan haini", "terörist" diyebilirler…

Gündem o kadar yoğun, üzüntülerimiz o kadar derin ki, geleceğimizle ilgili alınan bir çok kararı duyamıyoruz bile…

Nükleer santral konusunu sanki unuttuk gibi….

Mersin Akkuyu'da nükleer santral kurmayı planlayan ünlü Rosatom Şirketi'nin üçüncü kez Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na sunduğu Çevre Etki Değerlendirmesi Raporu'nun (ÇED) onaylandığından bilmem haberiniz var mı?

Olmayabilir…

Her konuda olduğu gibi yine şeffaflıktan uzak, yöre halkının yaklaşımı, çevre kuruluşlarının itirazı göz ardı edilerek onaylanan rapor, sanki güllük gülistanlık.

Greenpeace'in iptal davası açtığı raporda, "Türkiye'nin kalkınması ve kendi enerjisini üreten bir ülke olması için bu santrale ihtiyaç var" deniliyor.

İnanmayacaksınız, ama bu tümce tam elli yıldır tekrarlanıyor.

Yıl 1966... Türkiye Atom Enerjisi eski başkanlarında Prof. Dr. Nejat Aybers, "1977 senesinden itibaren kendini gösterecek enerji açığımızı nükleer santrallerle kapatmak lüzumu hasıl olacaktır" diyor. Kitabında yazıyor.

80'li, 90'lı yıllarda da aynı örnekler var da başınızı ağrıtmayayım, ama ilginç anekdotları paylaşayım.

İzmir'de gerçekleştirilen 6. Enerji Kongresi'nde, yıllar önce buna benzer tümceyi kuran yetkiliye sordular: "Hani 2000'li yıllarda elektrik tesislerinin yüzde 60'ı nükleer santral olacak demiştiniz. Neden yanıldınız?"

Gelin yanıta hep birlikte gülelim:

"O zamanlar hepimiz çok heyecanlıydık…"

Farkındaysanız şimdilerde de heyecan yaşanıyor.

Nükleerseverler, karşı çıkanlara hep aynı yanıtı verirler: "Çok temiz enerji. Gidin görün santrallerin etrafı yemyeşil…"

Cumhuriyet gazetesinde nükleer santrallerle ilgili sürekli haberler yapıyordum. Beni de sağolsunlar Fransa'daki santralleri göstermeye davet ettiler. Reddettim. Gidenler de dönüşlerinde santral yöresinin yeşillikler içinde olduğunu yazdılar, başka bir şey yazamadılar.

Oysa konu vahim…

Baştan başlayalım:

Hammaddesi, teknolojisi, şirketi ve hatta çalışanlarının da büyük bölümü dışarıdan. Yani tümüyle dışa bağımlı.

Tamam yaptık bitirdik diyelim. Çıkacak radyasyonlu atıkları dünya ne yapacağını bilmezken, biz ne yapacağız?

"Ne olacak canım kolayı var…" Yanıt aşağı yukarı böyle olur.

Oysa şimdi vereceğim rakamlara sanırım çok şaşıracaksınız.

Yanmış nükleer atıkların yaydıkları radyasyondan arınıp temizlenmesi için tam tamına 250 bin yıl gerekiyor. Tam arınmış da olmuyorlar. Ben söylemiyorum. Konunun uzmanı Prof. Dr. Tolga Yarman söylüyor. Bilimsel açıklamaları da var ama şimdi uzatmayayım.

Olayın özü, binlerce yıl tesirinden kurtulamayacağınız atıklar var ve siz binlerce yıl sonrası için hüküm veriyorsunuz. Karar vericilerin büyük çoğunluğunun da nükleer teknoloji konusunda yeterli donanımı oldukları meçhul. Bir zamanlar Enerji Bakanlığı yapan, nükleer santrallerle ilgili kişinin mesleği serbest avukatlıktı. Araştıranlar görecektir.

Çernobil patlamasının ardından zamanın Sanayi Bakanı Cahit Aral'ın manşetlere çıkan sözleri de hala hatırlardadır:

"Türkiye'de radyasyon var diyen dinsizdir…"

Aynı günlerde Karadeniz radyasyon "yağmurları" altındaydı ve sonuçları günümüzde görülüyor.

Hadi diyelim o politikacıydı; ya "bilim insanı" olarak geçinenler...

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu başkanlığı yapan Ahmet Yüksel Özemre, bakınız 6 Haziran 1986'da ne demiş:

"Çernobill'le ilgili benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum."

Aynı Özemre 1994 yılında katıldığı Enerji Kongresi'nde sözlerini şu "bilimsel" tümceyle tamamlıyordu:

"Nükleer enerjiye geçeceğiz inşallah…"

Nükleer santraller elli yıllık bir "masal" olarak gündemde. İlk fizibilite çalışmaları 1967'de başladı. Sonra ihaleler, iptaller, tekrar kolları sıvamalar, ara vermeler… 

Çernobil patlamasından sonra epey bir sessizlik dönemi yaşandı.

Sonra tekrar ortalık alevlendi. Hukuksal boşluklar, ÇED raporlarının yetersizliği ve siyasilerin bol keseden atıp tutmaları… Eylemler, eylemler...

Geldik bu güne…

ÇED Raporu'nun bakanlıkça onaylanmasından sonra olay masaldan çıkıp gerçekliğe dönüşmeye başladı. Ormanlarına, suyuna, havasına, yer altı kaynaklarına sahip çıkamayan, talan rüzgarları esen ülkede bu riskli teknolojiden tüm dünyanın olduğu gibi biz de vazgeçmeliyiz.

Gökova'nın kalbine termik santral diktik. HES'lerle nerede akan su varsa önünü kestik ve kesiyoruz. Dağlarımızı madencilere devrettik...

Torunlarımıza, gelecek kuşaklara binlerce yıl tesirini sürdürecek radyasyon çöplükleri bırakmamalıyız.

Tabii baştan beri hiç kaza olmayacakmış gibi konuştuk. Japonya zaten çoktan unutuldu.

Ya bir kaza, sızıntı olursa…

Hidrojen bombasının "babası" olarak kabul edilen, atom bombasına da büyük katkıları olan Prof. Dr. Edward Teller, kazalarla ilgili bakınız ne diyor:

"Ciddi bir nükleer aksilik olması olasılığı gerçektir, bir aksilik olması durumunda meydana gelecek hasar ise sonsuzdur…"

Korkarım, dün radyasyona karşı çıkanlara "dinsiz" diyenler, bugün "vatan haini", "terörist" diyebilirler…

Yasakların, korkuların egemen olduğu bir yerde böyle bir teknolojinin esiri olmak var…

Henüz vakit varken, vazgeçelim...