Doğa "fışkırmış..."
Ormanları, pınarları, dereleri, kanyonları, endemik bitkileri, doğanın bütün renkleri, anlatmakla bitmeyecek öyküleri, insanı sarhoş eden havasıyla, “hayvanların anası” Kazdağları’nda, Zeus’un evinde, İda’da yaşama sevinci "tavan yapmalı" değil mi?
Öyle olmuyor...
İçinizden başka fotoğraflar geçiyor. Uçsuz bucaksız zeytin ormanlarına dalıp kaldığınızda Cizre'nin yıkıntıları arasında buluyorsunuz kendinizi.
"Aşk Pınarı"nda yalnızca su ve kuş seslerine kapılıp gitmek istiyorsunuz, bu kez evi yerle bir olmuş Cizreli kadının ağıtları, feryadı yankılanıyor İda'nın doruklarında:
"Allah'ım sen bu zulmü kabul etme..."
Sizde olur mu bilmem, bunaldığımda hep gitmek isterim. O yalan ağızlardan, maskelerden, çaresizliklerden, yıkımlardan, ölümlerden, ağıtlardan, gözyaşlarından bir an için de olsa kaçıp kurtulmak...
Ne mümkün...
Ayvalık'ta cıvıl cıvıl bir bahar sabahı. Buralara bahar çoktan geldi. Şubat da baharı hiç aratmadı.
Televizyondaki asık yüzlere, boğazını patlatırcasına nefret kusanlara inat kuşlar şarkı söylüyor. Çiseleyen yağmur, doğanın bütün kokularını odaya taşıyor. Birazdan gökyüzü pırıl pırıl. Buralarda hep öyle olur...
Televizyonu kapattım. Yürekleri burkan, insanı bazı zamanlarda neredeyse delirten o seslerden, görüntülerden kaçtım.
İnsan bazen kaçarken de utanıyor...
"Cennet Tepesi"nin ferahlatan rüzgarına bıraktım kendimi. Cunda'yı seyrettim. Ayvalık'ı Cunda'ya bağlayan o yolun bir an önce "patlatılıp" menfezlerle iç denize oksijen, hayat verilmesi gerektiğini düşündüm. Seyyar arabasında çay satan arkadaş henüz gelmemişti.
Çayımı Cunda'nın sıkış tepiş Taş Kahvesi'nde değil, Balıkçılar Kooperatifi'nde içtim. Çataltepe'de çam kokuları arasında yürüdüm.
Yetmedi...
Kazdağları'na doğru kaçmayı sürdürdüm...
Edremit'i geçip Güre yoluna saptığımda sanki arabayı başkaları sürmüş gibi oldum. Zeytin ormanları arasında ayıldım.
Dünyanın İsviçre'den sonra ikinci oksijen cenneti. Üç milyon dönüm orman, 43 endemik bitki türü, on iki milyon zeytin ağacını barındırıyor. Kazdağı göknarını bütün dünya biliyor. Önemli bir turizm- ekoturizm, kaplıcaları ile sağlık turizmi bölgesi. Truva, Antandros, Gargara antik kentleri İda'nın bağrında yaşıyor. Önemli bir su kaynağı. Belki bilmeyenleriniz vardır, yeraltı suları Midilli adasını da besliyor...
Anlatmakla, saymakla bitecek gibi değil...
Bu doğa harikasının üzerine siyanür döküp altın arama telaşı yaşıyoruz. Utanmıyoruz...
Masmavi gökyüzü bir anda kararır, ortalık zifiri karanlığa dönüşürse, bilin ki Zeus, Afrodit'le birliktedir ve gözlerden ırak olmak için kara bulutlarını göndermiştir.
Zeytin ağaçlarıyla kaplı piknik alanlarını geçip daha yukarılara yöneldim. İkiyüz metre yükseklikten sonra zeytin ağaçlarının yerini çam ormanları alıyor. Daha yukarılarda başta Göknar olmak üzere "ulu" ağaçlar...
İki aracın yan yana zorlukla geçebileceği dar orman yolunda ilerlerken, bir çam ağacındaki o küçük levhayı gördüm:
"Aşk Pınarı"
Arabayı küçük girintiye park ettim. Aşağılardan su sesi geliyordu. Ağaçların arasından, patika yollardan elli-atmış metre aşağıya indim. Gökyüzünü kaybettim. Bir cennetle karşılaştım. Burası pınar değil sanki çağlayandı. Kuşlar, kelebekler ve dans ederek önünüzden akan "aşk pınarı." Burası başka bir dünya. Kirlenmemiş, sahici, kucaklayan, saran, rahatlatan, huzur veren...
Şırıl şırıl akan suların yanına da iliştirilmiş, "aşk pınarı" yazısı...
"Acaba" dedim, doğanın aşk pınarları gümbür gümbürken, bizim aşk pınarlarımız mı kurudu? Acıklı, hüzünlü, kahredici hayatımız aşksızlığımızdan olabilir mi?
İnka tapınaklarında yerli rehberler Avrupalı arkeologları gezdiriyor. Dağın tepesindeki tapınaklara doğru yürüyüş sürerken yerliler bazen yere oturup uzun süre öylece bekleşiyorlar. Uzun yolda bu durum bir kaç kez tekrarlanıyor. Tapınaklara varıldığında, arkeologlardan biri yaşlı rehbere neden arada durup uzun süre beklediklerini soruyor. Yanıtı çoğunuz biliyorsunuz:
"Kısa sürede çok hızlı yol aldık. Ruhlarımız çok geride kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik."
Sanırım bizim de aşk pınarlarında durup hem de epeyce durup çok gerilerde kalan ve sürünerek gelen ruhlarımızı beklememiz lazım.
Yoksa, freni patlamış kamyon gibi duvara toslamamız an meselesi...